Çok defa okuyor ve şahit oluyoruz ki, Sultan II. Abdülhamid Han Hazretleri hakkında ifrât ve tefrît noktada değerlendirmeler var.
Hatta zaman zaman hem yazılarda, hem kitaplarda, hem de sözlü olarak muhataplarımızdan Bediüzzaman Hazretleri’nin de Sultan II. Abdülhamid Han’a muhalif olduğu söyleniyor. Hakikaten bunlar doğru mudur? Veya bu tür mülâhazaların bir açıklaması var mıdır? Elbette ki bir îzâhı ve açıklaması olmalıdır. Çünkü Üstad Bedîüzzamân Hazretleri eserlerinde bu konu ile ilgili de açıklamalar yapmış ve meseleyi hakkâniyet içerisinde değerlendirmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri 1907 senesinde İstanbul’a gelir, Meşrûtiyet’in ilânından sonra söylediği bir nutkunda, Sultan Abdülhamid’i, “Yaşasın yaraları tedâvi etmek fikrinde olan halife-i Peygamberî” 1 diye vasıflandırır. 1909 Mart’ında kaleme aldığı bir makâlede de, Sultan Abdülhamid’e şu tavsiyelerde bulunur: “Alem-i mânâda Padişah’ı gördüm. Dedim: ‘Sen zekâtü’l-ömrü (ömrün zekâtını) Ömer-i Sâni’nin (Ömer bin Abdülaziz’in) mesleğinde sarf et. Tâ ki meşrûtiyet riyâsetine lâzım ve biatın mânâsı olan teveccüh-ü umûmîyeyi (umûmun sevgisini) kazanasın.
Padişah dedi: ‘Ben onun yolunda gideyim, siz de ol zaman ehlini taklid edebilirsiniz. Nerede sizde onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk?’
Ben dedim: ‘Bizdeki tenebbüh-ü efkâr-ı umûmî (kamuoyunun uyanması) ve tekemmül-ü mebâdî (mükemmel başlangıç) ve vesâit (vasıtalar) ve ihatâ-i medeniyet (medeniyetin kuşatıcılığı), o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal (elde etme), hem de netice-i matlub (istenilen sonuç) olan adalet ve terakkiyi (yükselmeyi) intaç edebilir. Düvel-i ecnebiyenin (yabancı devletlerin) adaleti bunu isbat eder.’
O dedi: ‘Nasıl yapacağım?’
Dedim: ‘İstibdâd, kalb-i memâlik (memleketlerin kalbi) olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsn-ü niyeti gösterir bir şefkat ile meşrûtiyeti kansız kabûl ettiğin gibi, menfûr olmuş (nefret edilmiş, sevilmeyen) Yıldız’ı mahbûb-u kulûb (kalblerin sevgilisi) etmek için, eski zebânîler yerine melâike-i rahmet (rahmet melekleri) gibi muhakkıkîn-i ulemâyı (hakîkati araştıran âlimleri) doldurmak ve Yıldız’ı darülfünun (üniversite) gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşîhat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakîkîsine is’âd etmek (yükseltmek) ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedâvî etmekle Yıldız’ı Süreyya kadar âlâ et. Tâ hânedân-ı Osmânî (Osmanlı hanedânı) ol burc-u hilâfette (halifelik burcunda) pertevnisâr-ı adalet (etrafa adalet nûrunu saçan) olabilsin. Hem de havaic-i zarûriyeye (zarûrî ihtiyaçlara) iktisad et, tâ alışılmış olan isrâfâta iktidârı olmayan bîçare millet de iktidâ’ etsin, mâdem ki imamsın!’” 2
Ayrıca Bediüzzaman Hazretleri Abdülhamid’in mecbûr kaldığı istibdâdına da şöyle işaret etmiş ve ona hücûm edenlerin çok da haklı olmadığını ifâde etmeye çalışmıştır: ”Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid’e Ahrardan ziyâde hücûm ederdi ve derdi: ‘Hürriyeti ve kânûn-u esâsîyi otuz sene evvel kabûl ettiği için fenâdır.’ İşte yahu, Sultan Abdülhamid’in mecbûr olduğu istibdâdını hürriyet zanneden ve kânûn-u esâsînin müsemmâsız isminden ürken adamın sözünde ne kıymet olur.” 3
Yine Lem’alar eserinde de Namık Kemal’in Hürriyet kasîdesini değerlendiren Bediüzzaman Hazretleri, cumhuriyetin ilânından sonraki dönemi kastederek: “Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdâdı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken, o tokada müstehak olmayan, gâyet mühim bir zatın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün; ‘Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhây-ı hürriyet, / Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten’” 4 demiştir.
Ancak Bediüzzaman Hazretleri 1907’de İstanbul’a Padişah ile görüşmeye gittiğinde onunla görüştürülmemiş ve gâyesini (Doğuda din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı üniversite açılması isteğini) padişaha anlatamamış. Gelişen hadiseler enteresan noktalara ulaşmış ve Bediüzzaman Hazretleri: “Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâdolunurdu; zayıf istibdâd tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vaktâ ki itidâl, istikamet; irticâ ile iltibâs olundu; Meşrûtiyette şiddetli istibdâd, hapishaneyi mektep yaptı.” 5 demiştir. Çünkü aynen bu hâdiseyi Bediüzzaman Hazretleri yaşamıştır.
Bediüzzaman Hazretleri her zaman ve şartta yanlışların karşısında olmuştur. “Fakat, meşrû, hakîkî Meşrûtiyetin müsemmâsına ahd ü peymân ettiğimden, istibdâd ne şekilde olursa olsun, Meşrûtiyet libâsı giysin ve ismini taksın, rastgelsem sille vuracağım.” 6 da demiştir. “Elhâsıl: Şedît bir istibdâd ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermâdır. Güya istibdâd ve hafîyelik tenâsûh (birbirine nasihat) etmiş. Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdâd-ı hürriyet (hürriyeti geri alma) değilmiş. Belki hafif ve az istibdâdı, şiddetli ve kesretli yapmakmış.” 7 tesbitlerinde bulunmuştur.
Ayrıca “Ben vilâyât-ı şarkiyede aşiretlerin hâl-i perîşâniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevî bir saâdetimiz, bir cihetle fünûn-u cedîde-i medeniye (medeniyetin yeni fenleri) ile olacak. O fünûnun (fenlerin) da gayr-ı müteaffin (kokuşmamış, çürüyüp bozulmamış) bir mecrâsı ulemâ ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ulemâ-i din, fünûn ile ünsiyet peydâ etsin. Zira, o vilâyâtta nim-bedevî (yarı göçer) vatandaşların zimâm-ı ihtiyârı (seçme hakkının elinde olması), ulemâ elindedir. Ve o sâik (sevk) ile Dersaadete (İstanbul’a) geldim. Saadet tevehhümü ile o vakitte—şimdi münkasım (kısımlara ayrılmış) olmuş, şiddetlenmiş olan—istibdâdlar, merhûm Sultan-ı mahlûa (tahtından indirilmiş II. Abdülmahid’e) isnâd edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maâş ve ihsân-ı şâhânesini kabûl etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatâm, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı fedâ ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim.” 8 demiştir.
Bir diğer değerlendirmesi de: “Şöyle ki: Daire-i İslâmın merkezi ve râbıtası olan nokta-i hilâfeti (Hâlifelik merkezini) elinden kaçırmamak fikriyle ve sâbık Sultan merhûm Abdülhamid Han Hazretleri sâbık içtimâî kusûratını derk (anlamak) ile nedâmet ederek (pişman olarak) kabûl-ü nasihate isti’dâd kesbetmiş zannıyla ve ‘Aslâh tarik musalâhadır (En güzel yol barıştır)’ mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz (gizli kin) ve infiâlâta (gücenmelere) mebde ve tohum olan bu vukûâ gelen şiddet sûretini dahâ ahsen (güzel) sûrette düşündüğümden, merhûm Sultan-ı sâbıka ceride lisânıyla söyledim ki: Münhasif Yıldızı darülfünûn et, tâ Süreyya kadar âlî olsun. Ve oraya seyyâhlar, zebânîler yerine ehl-i hakîkat melâike-i rahmeti yerleştir, tâ cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedâvî için büyük dînî darülfünûnlara sarf ile millete iâde et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine i’timâd et. Zirâ’, senin şâhâne idârene millet mütekeffildir (kefildir). Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle. Şimdi muvâzene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünûn olmalı? Ve içinde seyyâhlar gezmeli veya ulemâ tedrîs etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi dahâ iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin. Ben ki bir gedâyım, bir büyük padişaha nasîhat ettim. Demek yarı cinayet ettim.” 9
Bedîüzzamân Hazretleri; ”Kuvvet kânunda olmalı. Yoksa, istibdâd tevzi’ olunmuş olur. ‘Şüphesiz ki Allah, mutlak kuvvet ve kudret sahibidir’ hâkim ve âmir-i vicdânî olmalı. O da mârifet-i tam ve medeniyet-i âm veyahut din-i İslâm nâmıyla olmalı. Yoksa istibdâd daima hükümfermâ olacaktır.” 10 şeklinde mükemmel îzâhatlarda da bulunmuştur. Ayrıca “Din dâhilde menfî tarzda istimâl edilmez. Otuz sene halîfe olan bir zat (Sultan Abdulhamid), menfî siyâset nâmına istifâde edildi zannıyla şerîata gelen tecavüzü gördünüz.” 11 diye tatbîk edilen siyâsetin şerîata verdiği zarârı nazarlara sunmuştur.
Bedîüzzamân Hazretleri Sultan Abdülhamid Hazretleri’ni iki cihetten değerlendirmiştir. Birinci ciheti; Abdülhamid Hân şevketli bir padişah ve şahsen velî bir zattır. Burada Bediüzzaman Hazretleri mübâlâğa falan da yapmamıştır. Ancak; “Din dâhilde menfi tarzda istimâl edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfî siyâset nâmına istifâde edildi zannıyla şerîata gelen tecavüzü gördünüz.” 12 diyerek şerîatı istibdâd şeklinde tatbîk etmeye kendini mecbûr bilmesi dolayısıyla da içtimâî ve siyâsî kusûr işlediğini söylemeye çalışmıştır. Bedîüzzamân Hazretleri Sultan Abdülhamid’in şahsını değil, uygulanan metodu ve menfî siyasetini tenkid etmiştir.
Şimdi burada Bediüzzaman Hazretleri’nin şu tasnîfi yaptığını görüyoruz. Bir zat şahsen velî olabilir ve çok sâlih de olabilir. Ancak bu, hayatının başka alanlarında kusûrlu olmaz manasına gelmez. Bu bakış açısı Risâle-i Nur’un kazandırdığı ayrı bir metot olsa gerek. Demek ki bir insan şahsen fazîletli olabileceği gibi, o fazîleti onun hiç kusûr işlemeyeceği anlamını da taşımaz. Ya da kusûr işlemesi, o kişinin şahsî fazîletini aşağıya düşürmez.
Öyleyse şöyle diyebiliriz: Sultan Abdülhamid Han, şahsî fazîlet itibârıyla veli bir kişi idi, ancak sosyal hayatta özellikle mecbûriyet durumunda içtimâî ve siyâsî kusûr işledi. Bedîüzzamân Hazretleri hiç- bir meseleye toptancı bir yaklaşımla bakmamıştır. İnsaf düstûru ve hakperestlik onun vazgeçilmez şer’î ölçüleridir. Bediüzzaman Hazretleri’ni çok iyi anlamamız gerekir. Kusur varsa, bizim Bedîüzzamân Hazretleri’ni ve Risâle-i Nûrları hakîkî mânâda anlayamamamızdadır. Bedîüzzamân Hazretleri kimden gelirse gelsin mutlaka hatâları söylemiştir. Böyle bir zât, Sultan Abdülhamid’e karşı hatâ yapmış ve sonra pişman olmuş gibi ithâmlarla suçlanırsa bu elbette doğru değildir. Böyle iddiada bulunanlar iddialarını delillendirmek zorundadır. Piyasada çok silik sözler mevcûttur. Mihenge vurmadan alınmamalıdır.
Konunun bir diğer boyutu da şöyle olmalıdır: Her zaman ve zeminde bazı insanları kuşatan ve rahat hareket etmelerini engelleyen, icrâatlarını etkileyen ve sekteye uğratan insanlar çok yakınlarında olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Onun için olaylara tek taraflı ve tek boyutlu bakmamak gerekir. Sultan Abdülhamid Han Hazretleri şerîat adına istibdâd uygulamaya mecbûr bırakılmış ise, elbette ki çevresinde onu kuşatan paşaların ve kişilerin de etkisi azımsanmayacak kadar fazladır. Bedîüzzamân Hazretleri’ni padişah ile görüştürmeyen ve tımarhaneye gönderen de bu müstebid mizaçlı kişilerdir. Hatta Divan-ı Harbî’de Bedîüzzamân Hazretleri’ni “Sen de şerîat istemişsin” diye ithâm ediyorlar ve idamla yargılıyorlar. Bu yargılama hangi dönemde oluyor? Güya şerîatın öyle veya böyle tatbîk edilmeye çalışıldığı Osmanlı’nın son zamanlarında oluyor. Bu kusûr ne Osmanlı’nın, ne şerîatın ve ne de o zamanın padişahınındır. Kusûr dahâ çok o dönemin müstebid zihniyetli—bugünün tâbîrince—bürokrasisinindir. Bu noktaya dikkat etmek gerekir.
Bu mesele tâ Üstad Bedîüzzamân Hazretleri’nin yaşadığı dönemlerde de medâr-ı bahs olmuş ve Üstad’ın talebeleri konunun ehemmiyetine binâen bir mektup yazmak zorunda kalmışlardır. Demek ki tâ o günlerden bu günlere kadar değişen pek bir şey olmamış olacak ki mesele halen gündemde tutuluyor ve itirâzlar halen devam ediyor. Bizim vazîfemiz de Üstad’ın talebeleri gibi bu tür mülâhazalara ve itirâzlara kavl-i leyyin ile cevap vermek olmalıdır ki bizler de inşâallah böyle bir metodu seçerek vazîfemizi deruhte etmeye çalışıyoruz.
İşte bahsettiğimiz, önceleri gayr-i münteşir iken, sonradan yeni tanzim Münâzarât’a dahil edilen “Muhsin-Ziyâ, 1953, Fatih/İstanbul” imzalı mektup şöyledir:
“Bir muallim kardaşımız, Sultan Hamid’in hakkında Üstâdımızın Hürriyet başında söylediği nutuklarda, Sultan Hamid’e hücûm etmiş ve o kıymettar padişahın kıymetini takdîr etmemiş gibi bir şüphe gelmiş.
Elcevap: Biz Üstâdımızdan aldığımız hakîkat-i hal ile cevap veriyoruz.
Evvelâ: Üstâdımızın bütün hayatındaki birinci düstûru, Kur’ân-ı Hakîmin bir kânûn-u esâsîsidir ki: ‘Bir adamın cinâyetiyle başkası mes’ul olamaz’ 13 kâide-i Kur’âniyesi ile, ‘O padişahın zamanındaki hükûmetin hatâları ona verilmez’ diye dâimâ hayatında ona hüsn-ü zan etmiş, onun bâzı zaman mecbûriyetle ettiği kusûrları da, onun muârızlarına karşı da te’vîle çalışmış.
Saniyen: Üstâdımız, Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki hürriyet-i şer’iyeyi senâ etmiş, nutukları ile halkları o hürriyete dâvet etmiş ve hürriyet-i şer’iyeye muhâlif olanlara demiş ki:
‘Eğer şerîat dairesinde olmazsa, istibdâd nâmını verdiğiniz, bir şahsın mecbûrî, cüz’î ve hafif istibdâdı, pek şiddetli bir istibdâd-ı küllî olup inkısâm edecek. Herkes, bir nevî müstebit olur. İstibdâd-ı mutlak çıkar. Binler istibdâd hükmüne dönecek, yani, hürriyet ölecek, bir istibdâd-ı mutlak çıkacak.’
Hattâ, bu meselede Üstâdımız, idam için kurulan Dîvân-ı Harb-i Örfî’de demiş ki: “Eğer meşrûtiyet, İttihatçıların istibdâdından ibâret ise veya hilâf-ı Şerîat hareket ise, bütün dünya şâhit olsun ki, ben mürteciyim. 14”
Sâlisen: Üstâdımız, o zamanda bir hiss-i kable’l-vukû nevinde şimdiki âlem-i İslâmın ecnebî istibdâdından kurtulması ve bir Cemâhir-i Müttefika-i İslâmiye (Birleşik İslâm cumhuriyetleri, devletleri) tarzında tezâhüre başlamasını tasavvur etmiş, ümit etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış, hürriyet-i şer’iyeyi takdir etmiş. O zamanki hutbelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i İslâmiye ile olmazsa, ölecek; bir istibdâd-ı mutlak, yerine çıkacak.”
Râbian: Üstâdımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki, ecnebîlerin şiddetli desîse ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebât ve kanâat; husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzamının halîfesi olmak; hem, bîçare vilâyât-ı Şarkiyenin bedevî aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi, Hamidiye Camii’nde her Cuma günü bulunması, şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar mürâât etmesi, dâimâ Yıldız dairesinde mânevî üstâdı kabûl ettiği bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenâtı için, Üstâdımız, bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevî velî hükmüne geçtiğine kanaat etmişti. O zaman Üstâdımız Said Nursî’nin hizmetinde bulunan, Muhsin-Ziyâ, 1953, Fatih/İstanbul” 15
Üstadımızın talebeleri meseleyi hakkâniyet içerisinde îzâh etmişler. Sanırım bu mektupla mesele tavazzuh etmiş olmalıdır.
Abdülbâkî ÇİMİÇ
“Bedîüzzaman Hazretleri … Meşrûtiyet’in îlânından evvel söylediği bir nutkunda, …” denilmiş.. Bu pek mümkün görünmüyor.. Devr-i istibdâdda pek öyle nutuk falan söyletmezlerdi adama!..
Tekrâr yaptığım araştırmada çok muhterem Bilâl Tunç ağabeyin de dikkat çekmesi ile hatırlatmasının doğru olduğunu görüyorum.
Çünkü ilgili cümle olan“Yaşasın yaraları tedâvi etmek fikrinde olan halife-i Peygamberî” ifâdesi Eski Saîd Eserleri (Nutuk), 2009, s: 169. sayfadaki nutkun son safyasından iktibâs edilmiştir. Bu nutkun ilk sayfasının girişinde şöyle bir îzâhât vardır: “Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin ilân-ı hürriyetin üçüncü gününde(26 temmuz 1908) irticâlen söylediği ve sonra Selânik’te Hürriyet Meydanı’nda tekrâr ettiği ve o zamanın gazetelerinin neşrettikleri nutkunun sûretidir.(Eski Saîd Eserleri (Nutuk), 2009, s: 169) denilmektedir.
Öyleyse “Yaşasın yaraları tedâvi etmek fikrinde olan halife-i Peygamberî” ifâdesi Meşrutiyetin üçüncü günü irticâlen ve dahâ sonra da Selânik’te Hürriyet Meydanı’nda söylenmiş olup, Meşrûtiyet’in îlânından evvel değil, Meşrûtiyet’in îlânından sonra söylenmiş bir ifâde olduğu görülüyor. Düzelterek buradan tashihatını yapmış olalım.
Tebrik ediyorum aziz kardeşim, “Hatâdan dönmek fazîletdir.”
Üstad’ın Kastamonu Lahikasında yazdığı “Telifinden otuz dört sene sonra, Münazarat namındaki esere baktım. Gördüm ki, Eski Said in o zamandaki inkılâptan ve o muhitten ve tesirat-ı hariciyeden neş et eden bir hâlet-i ruhiyeyle yazdığı bu gibi eserlerinde hatîat var. O kusurat ve hatîatımdan bütün kuvvetimle istiğfar ediyorum ve o hatîattan nedamet ediyorum….” ibarelerini olduğu şekli ile mi anlamak gerektir?
Zira bir gün Münazarat’ı okuyordum ve Üstad’ın “İttihat ve Terakki’de Masonlar var” bahsine karşın İTC’yi savunduğunu görünce şaşırmıştım.. O cemiyetin ülkeye ettiği zararlar, her ne kadar cemiyetin çoğu safiyane olsa da, ortada idi..
Bu ifadeler kafamı kurcalarken, Risalenin her daim yaptığı ikramlardan bir nevi gibi ertesi gün Kastamonu Lahikasındaki bu cümle karşıma çıktı.. Ondan sonra rahatladım..
Ama hala aklımda şüphe vardır.. İttihat ve Terakkinin savunulması cidden hak mı idi, yoksa Üstad bahsettiği gibi hata mı etmişti diye..
Tavzih edebilecek abilerimiz varsa memnun oluruz.
Muhterem Sultan-ı Yegah,
Bedîüzzamân Hazretlerinin hayat devreleri üçtür.1922 yılına kadar ki hayat devresi Eski Saîd devresidir. Bu Münazârât eseri 1910 yılında te’lif edilmiştir. Eski Saîd dönemi Bedîüzzamân Hazretlerinin ilhâm, ihtâr, feyz-i Kur’an ve ilm-i ledün ile değil ilm-i kesbi ile eser te’lif ettiği dönemdir.
Yeni Saîd devresi ise 1922 ile 1948 arasındaki, dönemdir. Özellikle Risâle-i Nûr Külliyatının te’lif tartihi 1926’dır.İşte bu tarihten sonra Bedîüzzamân Hazretleri ilhâm, ihtâr, feyz-i Kur’an ve ilm-i ledünne mazhardır.zaten Risâle-i Nu külliyatının te’lifi Hz.Ali(ra)’nin ihbar-ı gaybisi ile 1949’larda biter.
Üçüncü Saîd devresi iel 1949’dan 1960’a akadar devam eder.İşte 1949’dan sonra yine ihtâr ile Eski Saîd eserleri Külliyata yerleştirilir.Bu sürede Eski Saîd Eserleri tekrar gözden geçirilir ve Kastamonu Lahikası’nda bahsedilen hatiat misüllü yerlerin tashihatı yapılır ve haşiyelerle eklek konulur ve o eserler içtimâî ve siyâsî vazife için Külliyata girer. Demek ki Üçüncü Saîd bir nevi Eski ve Yeni Saîd’in mezci olarak vazife yapar.
Üstâd’ın İttihad ve Terakki cemiyetine taraf görünmesi ise Münazarat’ta ayrıntısı ile izah edilmektedir.Bedîüzzamân Hazretleri hakperest bir insandır.Haksızlık içindeki hakkı muhafaza etmek ve o hakkın hukukunu korumak ve hakkı âlî tutmak O’nun en büyük şiarı ve farkıdır.Toptancılık yapmaz ve o cemiyetin içinde hak taraftarı ve doğru fikirlerin savunucusudur.Üstâd her daim ifrat ve tefritten kaçmış ve talebelerini de kaçırmıştır.Çünkü ifrat ve tefrit ikiside zulümdür ve muzırdır. İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde bulunan ve gâyesi vatana millete hizmet olan hürriyet taraftarı ve istibdad muhalifi olanları desteklemiş ve onları savunmuştur. Meşrrutiyetin ilanına karşı olanlar için şöyle der:”Maatteessüf, su-i tesadüfle hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u Esâsîye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan onlar hükûmete itiraz ederlerdi. Lâkin onlar, istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte şimdi ehl-i hürriyeti tadlil eden şu kısımdandır.
İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm; dini bilmiyorlar, ehl-i İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır.
S – Neden meşrutî hükûmete ve dinsiz olmayan Jön Türklere mümkün olduğu kadar hüsn-ü zan ediyorsun?
C – Mümkün olduğu derecede su-i zan ettiğiniz için, ben hüsn-ü zan ederim. Eğer öyleyse zaten iyi; yoksa, tâ öyle olsunlar, yol gösteriyorum.
S – İttihad ve Terakki hakkında reyin nedir?
C – Kıymetlerini takdirle beraber, siyasiyunlarındaki şiddete muterizim. Lâkin onların iktisadî ve maarifî olan-bâhusus şarkî vilâyetlerdeki-şubelerini bir derece istihsan ve tebrik ederim.(Münazarat)”
Sanırım bir nebze izahat olmuştur inşâallah.
ben acizane diyorumki başka yayınlardan da okuyun bakalım kim hata yapmış bakalım merhummu, lütfen dakik olalım
Namık Kemal o meşhur sözü Abdülhamid’e değil Abdülaziz’e söylüyor. Ayrıca koskoca külliyatın bir yerinde 3. Said ibaresi geçiyor ve orada da dünyadan daha ziyade el çekileceği söyleniyor. Daha bu en basit metodolojik okumayı yapamadıktan sonra nasıl itibar edelim buradaki bilgilere?
Yok, Sadece bir yerde geçmiyor Üçüncü said ifadesi. Tarihçe-i Hayat, İsparta Hayatı bölümünün başına bakınız. Orada şöyle geçiyor: “Afyon hapsinden sonra Üstad kendi tabirince bir nevi Üçüncü Said olarak görünüyordu. Çünkü, bundan sonra hizmet-i Nuriye başka safhalarda tezahür edecekti; küllî bir inkişaf olacaktı. Üstadın hizmetine koşan ve Nur hizmeti için yanına gelenler, bilhassa mektepli gençlerdendi. Rahmet-i İlâhiye, Afyon hapis musibetini çok cihetlerle rahmete çevirmişti.(Tarihçe-i Hayat > 8.Kısım: Isparta hayatı)”
Burda da öbür bir yere atıf var sadece. Yani bunun üstüne hüküm bina etmeye çalışmak tekellüflü bir tevil olacaktır. Namık Kemal’in sözünden, Abdülhamid Han’a dair mana çıkartmak gibi.
İhlas Risalesinde bahsedilen dikiş iğnecileri temsili külliyatta 1 defa veya 3 defa geçiyor demek arasında nasıl bir fark yoksa bunu göstermek de bir şey değiştirmez elbette. Ortaya da yeni bir şey katmaz
Yasin kardeş, yaptığım bir dizi aramalarda Namık Kemal’in o sözleri Abdülhamid Han ile ilgili söylediği beyanı var. Tam net dedilini bulmak için tekrar araştırıyorum. Gerekli izahları buradan inşallah ekleyeceğim. İhtiyaten yazıdaki o kıısımları kaldırdım. Verdiğim linkte dahi mesele öyle telakki edilmiş.
https://sorularlarisale.com/dersaadete-geldim-saadet-tevehhumu-ile-o-vakitte-istibdadlar-merhum-sultan-i-mahlua-isnad-edildigi-halde-onun-zabtiye
Tövbe estağfurullah. Maalesef ki bu paylaştığınız linkteki yazı çok büyük hataları cami. Bismark hakkında rivayet edilen sözün tezvirat olduğu çok açıkken kullanmış ve Lemalar’daki Hürriyet Kasidesinden yapılan alıntı kısmında Abdülhamid ismi geçmezken bunu eklemişler. Maalesef bu çok büyük bir hata ve hatta tahrif.
Ayrıca Hürriyet Kasidesi 1867’de yazılırken Abdülhamid Han iktidarda dahi değil. Yani mantık da bu ihtimali kabul etmez.
Bu bahis için yaptığımaraştırmalarda Prf.Dr.Ahmet Akgündüz’ün Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursî’nin İlmî Şahsiyeti, Cilt-I, s.401’de şu ifadeler var.
“Lem’alar eserinde Sultan Abdülhamid ile ilgili bir şiire ver verilmiştir. Şöyle ki: “Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve hâlbuki o tokada müstahak olmayan gayet mühim bir zatın(Sultan Abdülhamid’e) yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün, ‘Ne mümkün zulüm ile, bîdâd ile imha-i hürriyet? Çalış, idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!’”
Bu beyan ile Bediüzzaman Hazretleri, Sultan Abdülhamid’i “gayet mühim bir zat” şeklinde tavsif ederek, ona karşı yazılan aşırı tenkidlerin ve hücumların adalet-i mahza terazisinde tartılması gerektiğine dikkat çeker.( Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursî’nin İlmî Şahsiyeti, Cilt-I, s.401)”
Bera-yı malumat…
Ne alaka ki Yasin kardeş, Açıkça illgili yerde külli bir inkişafın nasıl olduğu ifade ediliyor. Şöyle:
“Afyon hapsinden sonra hizmet-i Nuriye nasıl cereyan etti?
Isparta’da, teksir makinasıyla Nur mecmualarının neşrine devam ediliyordu. Üstad, yine âdeti veçhile tashihat ile meşguldü. Yalnız hapisten sonra hizmet-i Nuriye birkaç kısma inkısam etmişti; yalnız teksirle ve el yazısıyla neşre münhasır olmuyordu. Bu zamanlardaki hizmet safhaları şu suretle ifade olunabilir:
1. Muhtelif vilâyet, kasaba ve köylerdeki Nur Talebeleri, bulundukları muhitlerinde Nurları okumak, yazmak, okutmak ve neşrine çalışmak.
2. Isparta ve İnebolu’da, teksir makinesiyle Nur Risalelerinin mecmualar halinde teksiri ve etrafa neşri.
3. Ankara ve İstanbul’da, muhtelif halk tabakaları arasında, hususan üniversite ve diğer mektep talebeleri, gençler, memurlar ve hanımlar arasında Nurların yayılması, okunması; Risale-i Nur dâvâsına çokların yakın mânevî alâkaları; bunlardan halis fedakârlar ve iman hâdimlerinin çıkması; nur-u imanın, bu iki büyük merkezde hararetle inkişafı.
4. Kitapların iadesi ve yeniden bazı yerlerde Nurlara ve talebelerine ilişmek, dolayısıyla resmî makamlarla münasebet; Risale-i Nur’un, vatan ve milletin, nesl-i âtinin saadetine vesilesi cihetinin duyurulması, ispat edilmesi; yeni Türk hükûmetinin, Kur’ân’ın bu yeni ve ekmel Nuruna takdirle bakması; en modern neşir vasıtasıyla hem Anadolu’ya, hem âlem-i İslâma ve insaniyete duyurulmasının temini.
5. Şark vilâyetlerinde Risale-i Nur’un intişarı…
İşte, Said Nursî, Afyon hapsinden tahliye edilip Emirdağına geldiği zaman, nazarındaki hizmet safhaları bu surette idi ve merkez-i hükûmetle de hizmet itibarıyla alâkadardı. Bu zamana kadar Nur hizmeti, ancak risalelerin yazılıp çoğaltılmasına münhasırdı. Üstad, tâ Barla’dan beri daima has talebeleriyle, Nurların neşrine çalışanlarla görüşmüş, onları hizmetlerinden dolayı tebrik ve teşcî etmişti. Bu tarihten sonra mektepliler ve memurlar Nurlara müteveccih oldular. Nur hizmetini hayatlarının gayesi addeden ve bu hizmetle vatan, millet ve İslâmiyete en büyük faideyi temin eden talebeler meydana çıkarak hizmete başladılar.(Tarihçe-i Hayat-Isparta Hayatı)”
Üçüncü Said’i teyid eden yine Afyon Hapsinden sonrası için gelen kısımlar sizce ehemmiyetli değil mi?
“Afyon Mahkemesine ve Ağırceza Reisine beyan ediyorum ki:
Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı alâkamı kesmiştim. Şimdi o kadar mânâsız, lüzumsuz tahakkümler içinde hayat bana gayet ağır gelmiş, yaşayamayacağım. Hapsin haricinde yüzler resmî adamların tahakkümlerini çekmeye iktidarım yok. Bu tarz hayattan bıktım. Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi talep ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor. Hapiste kalmak bana lâzımdır. Makam-ı iddianın asılsız isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni mânen cezalandıracak, vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasipse, sorunuz, cevap vereyim.
Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.(Şualar, Müdafaalar > Afyon Mahkemesi [1948 – 1949] >)”
Bu yazdıklarınızında Üçüncü Said ibaresini göremedim ben maalesef. Tamam Üstad’ın Üçüncü Said ibaresini kullandığı muhakkak. Ama belki yüz yerde geçen Eski Said-Yeni Said ayrımı kadar kati bir ayrım değil bu. Bunu idrak etmek lazım. Ve Üstad Üçüncü Said derken dünyadan daha çok uzaklaşacağını belirtirken Üstad’ın bu dönemki hayatını eski ve yeni Said’in imtizaci gibi görmek Üstadımızın maksad-ı ifadesinin aksine olacaktır.
Aziz kardeşim, yukarıda eklediğim yeri tekrar eklemek istiyorum. Bu yazılan mektup veya “Afyon Mahkemesine ve Ağırceza Reisine beyan edilen ifadeler, Üstadın Yeni Said devresinde bakmadığı bir vazifeye taaluk ediyor. Gayet açık ve net olarak “Makam-ı iddianın asılsız isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni mânen cezalandıracak, vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasipse, sorunuz, cevap vereyim.
Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.(Şualar, Müdafaalar > Afyon Mahkemesi [1948 – 1949] >)” Burada can alıcı cümle “büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan,” cümlesi siyasi bir vazifeye taalluk ediyor. Bizim anladığımız Bediüzzaman 1923’e kadar Eski Said,(Hatta Eski Said’den Yeni Said’e geçiş 1916 ile 1923 yılları arasında vuku bulur. Bunun epey delili var Külliyat’ta. Şimdilik girmiyorum.) 1923’ten Afyon Hapsine kadar Yeni Said(Tarihçe-i Hayat Isparta Hayatı başında geçen ” Afyon hapsinden sonra Üstad kendi tabirince bir nevi Üçüncü Said olarak görünüyordu. Çünkü, bundan sonra hizmet-i Nuriye başka safhalarda tezahür edecekti; küllî bir inkişaf olacaktı.”), Afyon hapsinden sonra ise yani 1949’dan sonra Üstad Üçüncü Said olarak görülüyor. Bu noktayı teyid e den Emirdağ Lahika mektuplarında şu ifadeler var. “İhtar edilen ikinci nokta: Madem Arabîce altmış dörde girdik, işaret-i gaybiye gelmesiyle Risale-i Nur tekemmül etmiş olur. Eğer Rumî tarihi olsa, daha iki senemiz var. Halbuki çok mühim yerde yazılmayan ve tehir edilen risaleler kalmış. Meselâ, Otuzuncu Mektup ve Otuz İkinci Mektup ve Otuz İkinci Lem’alar gibi ehemmiyetli mertebeler boş kalmış. Kalbime ihtar edilmiş ki: Eski Said’in en mühim eseri ve Risale-i Nur’un Fatihası, Arabî ve matbu olan İşârâtü’l-İ’câz tefsiri, Otuzuncu Mektup olacak ve olmuş. Eski Said’in en son telifi ve yirmi gün Ramazan’da telif edilen, kendi kendine manzum gelen Lemeat Risalesi Otuz İkinci Lem’a olması ve Yeni Said’in en evvel hakikatten şuhud derecesinde kalbine zahir olan ve Arabî ibaresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şule ve onların zeyillerinden ibaret büyükçe bir mecmua Otuz Üçüncü Lem’a olması ihtar edildi.
Hem Meyve, On Birinci Şuâ olduğu gibi, Denizli Müdafaanamesi de On İkinci Şuâ ve hapiste ve sonra Küçük Mektuplar Mecmuası On Üçüncü Şuâ olması ihtar edildi. Ben de aziz kardeşlerimin tensiplerine havale ediyorum. Demek birkaç mertebede kapı açıktır; bizlere daha iyi tetimmeler yazdırılabilir.(Emirdal Lahikası-1)” Demek Afyon hapsinden sonra farklı bir durum var. Görüldüğü üzere boş yerlere ihtar ile bir çok risale derc ettiriliyor. “Demek birkaç mertebede kapı açıktır; bizlere daha iyi tetimmeler yazdırılabilir” nokttası da ilginç değil mi? Çünkü Hz. Ali Efendimizin işaret-i gaybiyesi ile 1364(1948)’te Risale-i Nur tekemmül ediyor. En son El Hüccetü’l Zehra Afyon hapsinin bir meyvesi olarak telif ediliyor ve büyük risaleler bitiyor. Geriye Risale-i Nur’un tekmil-i izahı kalıyor ve Üçüncü Said d evresi dediğimiz 1950 sonrası hem bu tekmiller yapılıyor, hem Eski Said dönemi eserleri haşiye ve ekleri yapılarak Külliyata dahil ediliyor, hem de Emirdağ Lahikası mektuplarıyla yine hizmete taalluk eden noktalar ile içtima-i ve siyasi mektuplar yazılıyor. Bunlardan başka şöyle bir mektup daha var. “Aziz, sıddık kardeşlerim,
Onuncu Şuâ namında yazdığınız Fihristenin ikinci kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümit verdi ki: Risale-i Nur, benim gibi âciz ve ihtiyar ve zâif bir biçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risaletü’n-Nur’un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum. Bir emâresi de şudur ki:
Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettimse de çalıştırılamadım.
Evet, Risaletü’n-Nur size mükemmel bir mehaz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, mesela Kur’ân’ın kelâmullah olduğuna ve i’câzî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hâkezâ, mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş; başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmille ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek.
Risaletü’n-Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî, bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.(Barla Lahikası)” Bu mektupta da nur talebelerine bir çok vazife bırakılmış.
Yasin’nin yorumunu ve sizin cevabınızı malesef geç gördüm. Aradan seneler geçmiş. Fakat benim gibi geç görenlere ve Üstad hazreleri hakkında yanlış zehab kapılabileceklere cevap olarak derim ki;
Evet şiir kâmilane ifadelerle yazılmış, zaten şair de kâmil bir zat. Fakat Suldan Abdulhamid Hanın yüzüne savuran Namık Kemal Bey değil, sonradan bu şiiri kullanarak Abdulhamid Hanın yüzüne savuran ittihad ve terakki elemanları, iç ve dış ajan şebekeleridir. Üstadımızın ifadelerinde her hangi bir yanlışlık yoktur. Yanlışlık başta Yasin, siz ve Akgündüzden kaynaklanıyor.
Selamla…
Bu konuda şu çalışmayı yaptık, paylaşıyorum inşâallah(Abdülbâkî Çimiç)
Mühim bir zatın yüzüne savrulan kâmilâne söz
“Ne mümkün zulüm ile, bîdâd ile imha-i hürriyet?
Çalış, idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!”[65]
Namık Kemal
Bu şiir 1867 yılında Sultan Abdülaziz döneminde yazılmıştır. Şiirde özgürlük, eşitlik, milliyet, adalet gibi kavramlar işlenmiştir. Şair, bu şiirinde devrin idarecilerine de çok sert eleştiriler yöneltmiştir. Bu sert tavır biraz da Namık Kemal’in yapısından kaynaklandığı söylenebilir. O, mücadeleci, kararlı ve biraz da sert bir kişiliğe sahiptir. Şairin bu kişiliği, ister istemez şiirine de yansımıştır. Hürriyet Kasidesi, Tanzimat dönemi yazarlarından Namık Kemal‘in hürriyet, özgürlük vatan ve millet gibi konuları işlediği en çok bilinen eserlerinden biridir.
Bediüzzaman, Yirmi İkinci Lem’a’da Sultan Abdülhamid’in ismini zikretmeden, Sultan Abdülaziz’e karşı yazılmış bir şiiri bir münasebetle kaydederken şöyle der: “Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve hâlbuki o tokada müstahak olmayan gayet mühim bir zatın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün, ‘Ne mümkün zulüm ile, bîdâd ile imha-i hürriyet? Çalış, idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!”[66] Bu şiirin yazılma tarihi olan 1867 dikkate alındığında, o dönemde padişah Sultan Abdülaziz’dir. Amma şiir Sultan Abdülaziz sonrasında özellikle hürriyet ve meşrutiyet ilan edildikten sonra Abdülhamid’e yönelik kullanılmış olmalıdır. Ancak Sultan Abdülaziz döneminde de Monarşi yönetiminden kaynaklanan istibdat uygulamaları olduğu da unutulmamalıdır. Özellikle Genç Osmanlılar hareketi bu dönemde başlamıştır.
Bu beyan ile Bediüzzaman Hazretleri, Sultan Abdülhamid’i “gayet mühim bir zat” şeklinde tavsif ederek, ona karşı yazılan aşırı tenkitlerin ve hücumların adalet-i mahza terazisinde tartılması gerektiğine dikkat çeker. Sultan Abdülaziz devrinde yazılan şiir, tekrar Abdülhamid’in zayıf ve hafif istibdat döneminde istimâl edilmiş olmalı ki, Bediüzzaman hakikat terazisinde tartarak meseleye yaklaşmıştır. Gelen kısımlar da bunu teyid ediyor. “Eski Said, bazı dâhî siyasî insanlar ve hârika ediblerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kable’l-vuku’ tabir ve tevile muhtaç iken bilmeyerek resmî, zaîf ve ismî bir istibdad görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdadların zaîf bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksad doğru, fakat hedef hata.”[67] Ayrıca” Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kable’l-vuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler.”[68]
Yukarıdaki ifadeleri de dikkate aldığımızda, şu hürriyet perdesi altında(ki II. Meşrutiyet perdesi altındaki hürriyet kastediliyor olmalı) müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne(1920’den sonra gelen dehşetli ve mutlak istibdat şu asrın gaddar yüzü olarak ifade edilmiş olmalı) çarpılmaya lâyık iken(ilgili şiir istibdad-ı mutlakın gaddar yüzüne çarpılmaya layık bir şiir iken) ve hâlbuki o tokada müstehak olmayan(bu şiirdeki şiddetli tenkide muhatap olmayan) gayet mühim bir zâtın (II. Meşrutiyetin hürriyet perdesi altında, hürriyeti perde yaparak Abdülhamid’e) yanlış olarak yüzüne savrulan(layık olmadığı halde bu şiir ile Abdülhamid’in yüzüne savrulan) kâmilâne şu sözü Bediüzzaman veciz bir şekilde izah etmiş olmalı. Çünkü “zayıf, resmî, zaîf ve ismî bir istibdad” uyguladığı için Abdülhamid’e hücum edilmiştir. Bediüzzaman ise Abdülhamid’in şahsına yapılan bu hücumları tadil etmiştir. Mesele Bediüzzaman’ın şu ifadelerinde de açıkça tasrih ediliyor: “Şedit bir istibdat ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdat ve hafiyelik tenâsuh etmiş(Göç etmiş). Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet(hürriyeti geri istemek) değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı(Abdülhamid dönemini), şiddetli ve kesretli yapmakmış!”[69]
Bazı sözlerin muhatabı sonradan ortaya çıkabiliyor. Bazı sözler de söylendiği zamana bakmıyor, her zaman turfanda gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Tarih tekerrür ettiğinden muhataplara da tekrar tekrar bakabiliyor. Şiir 1867’de yazılmış, dönem Sultan Abdülaziz zamanı. Ancak şiirdeki sözler Sultan Abdülhamid’in zayıf istibdadına savrulmuş olsa da, şu asrın mutlak istibdatlarının yüzüne çapılmaya tam layık görünüyor.
Bir başka açıdan değerlendirme yapılacak olursa “Gayet mühim bir zatın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün” ifadesinde “yüzüne savrulan” ifadesi bizzat Sultan Abdülaziz’i göstermesi de mümkündür. Çünkü “yüzüne” bizzat demektir. Sultan Abdülhamid’e ise “kinâen” bakıyor olmalı. Şiddetli ve mutlak istibdada ise “remzen, işareten ve hakîkaten” tam bakar ve tasrih eder denilebilir.
Abdülbâkî Çimiç
[email protected]