Sû-i zan; fenâ, kötü zan ve şüphe olarak bilinir.Kötü zann, fena tahmindir. “Sû” “fenalık, kötülük” demektir.”Sû-i hareket (kötü davranış)”, “sû-i ahlâk (kötü ahlâk)”, “sû-i niyet (kötü niyet)” vb. gibi, “sû-i zan” da, “kötü zan” anlamındadır.
“Sû’-i zan etmeyiniz.” Kur’ân’ın emridir. Sû’-i zan, yanlış karar vermeğe sebeb olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayınız, kusurlarını görmeyiniz, münâkaşa etmeyiniz, haset etmeyiniz, birbirinize düşmanlık etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi sevişiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir. (Hadîs-i şerîf-Berîka) Müslümanlara sû’-i zan etmemeli, kötü bilmemeli, kimse ile alay etmemeli, doğru söylemelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey oğul! Müslümanlar hakkında kötü düşünme. Sû’-i zannı terk eyle. Zîrâ sû’-i zan, seni hiç kimse ile dost yapmaz. (Lokman Hakîm)
Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse, onun tövbe ettiğine inanır, hakkında sû’-i zanda bulunmam. (Ahmed bin Yahyâ el-Celâ)
Niçin sû-i zandan kaçınmalıyız?
Çünkü;
*İnsan sû-i zanna değil,hüsn-ü zanna memurdur.
*Yine insan, herkesi kendisinden üstün bilmesi gerekir.
*Kendisinde bulunan sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmemesi gerekir.
*Başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmemesi gerekir.
*Sû-i zan, maddî ve mânevî içtimâiyatı zedeler.
*Bir seyyie ile on haseneyi örtmeye çalışır.
*Sû-i zan hem bize,hem size, hem herkese zarar verir prensibi için.
*Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memur olduğumuz için.
*Hem Tahtîecilik(yanlışını göstermek) fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tehâbbüb (sevgi göstermek) ve teâvüne büyük rahneler açmaması için.
*Nefs-i emmâremizin, kıyas-ı binnefs cihetinde, sû-i zan noktasında bizleri aldatmaması için.
*Sû-i zan hakîkî uhuvvet ve muhabbet rabıtalarını bozar.
*Müslümanların arasındaki sosyal iletişime zarar verir
*Sû-i zan, ehl-i îmânın kimyasını bozar.
*Sû-i zan eden, sû-i zanna maruz da kalabilir ve insanların müsbet hizmet etme ve düşünme kabiliyetlerini zedeler.
*Sû-i zan günah olduğundan mânen de o kişiye mes’ûliyetler yükler.
*Özellikle ehl-i îmân arasında cereyan eden sû-i zan ehl-i dalalete ve küfre dayanak noktası olur. Müslümanların kuvve-i mânevîyesini kırar. Güçlerini zayıflatır.
İşte böyle hasârete ve vartaya düşmemek için sû-i zandan kaçınmalıyız.
Önce Kur’ân-ı Kerîm’den zan ile ilgili ayetleri paylaşalım.
Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.(Hucurat-12)
Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.(Enam-116)
De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.(Enam-148)
Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir.(Yunus-36)
Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz.(Fussilet-23)
Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.(Necm-23)
Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.(Necm-28)
Ebu Hureyre’den (r.a.) bildirildiğine göre:
Allah Resulü (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sû-i zandan çekininiz. Çünkü sû-i zan sözlerin en yalanıdır. Birbirinizin eksikliğini görmeye ve işitmeye çalışmayınız. Birbirinizin özel hayatını araştırmayınız. Menfaatte bencillik yapmayınız. Hasetleşmeyiniz. Birbirinize nefret etmeyiniz. Birbirinize arka dönmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Hepiniz kardeşler olunuz.” (Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4646 )
Dördüncü hastalık: “Sû-i zan”dır.
Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur.
İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir.
Kendisinde bulunan sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin.
Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler.( Mesnevî-i Nuriye – Katre)
Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz birşey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.( Hutbe-i Şâmiye)
Hüsn-ü zan ediniz. Su-i zan hem size, hem onlara zarar verir.( Münazarat)
Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.( Sünuhat)
İşte, kardeşlerim, dikkat ediniz, sizin nefs-i emmâreniz, kıyas-ı binnefs cihetinde, su-i zan noktasında sizleri aldatmasın, Risale-i Nur terbiye etmiyor diye şüphelendirmesin. (On Üçüncü Şua)
Kardeşlerim, sizin zekâvetiniz ve tedbiriniz, benim tesanüdünüz hakkında nasihatime ihtiyaç bırakmıyor. Fakat bu âhirde hissettim ki, Risale-i Nur şakirtlerinin tesanüdlerine zarar vermek için birbirinin hakkında su-i zan verdiriyorlar, tâ birbirini itham etsin. Belki “Filân talebe bize casusluk ediyor der, tâ bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz, gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız.
Fenalığa karşı iyilikle mukabele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz, sır vermeyiniz. Zaten sırrımız yok; fakat vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiyelik ediyor, ıslahına çalışınız, perdeyi yırtmayınız.( Emirdağ Lâhikası (1) – Mektup No: 67)
Risale-i Nur’un bir esası, kusurunu bilmekle mahviyetkârane yalnız rıza-yı İlâhî için rekabetsiz hizmet etmektir.
Halbuki keramet sahipleri ve keşfiyattan zevklenen ehl-i tarikatın mâbeynindeki ihtilâf ve bir nevi rekabet ve bu enaniyet zamanında, ehl-i gafletin nazarında, onlara sû-i zan edip, o mübarek zatları, benlik ve enaniyetle itham etmeleri gösteriyor ki, Risale-i Nur’un şakirtleri, şahsı için keramet ve keşfiyatlar istememek, peşinde koşmamak lâzım ve elzemdir.
Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i mâneviye ve kardeşler birbirinde tefâni noktasında Risale-i Nur’un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilât ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikrâmât-ı İlâhiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemâlât ve kerameti aramıyorlar. (Emirdağ Lâhikası (1) – Mektup No: 52)
S- Neden bunların umumuna fena diyorsun? Halbuki hayırhâhımız gibi görünüyorlar.
C – Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elnde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.
S – Neden hüsn-ü zannımıza su-i zan edersin? Eski padişahlar ve eski hükûmetler seni haktan çeviremedi. Jön Türkler sizi kendilerine râm ve müdaheneci edemediler. Zira seni hapisettiler, asacaklardı; sen tezellül etmedin. Merdane çıktın. Hem sana büyük maaş vereceklerdi, kabul etmedin. Demek sen onların taraftarlığı için demiyorsun. Demek hak taraftarısın.
C – Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız.
S – Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz.
C – Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil_ İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattir. Ötekisinde ihtilâf ve zarar saklanmıştır.(Münazarat)
S – Neden meşrutî hükûmete ve dinsiz olmayan Jön Türklere mümkün olduğu kadar hüsn-ü zan ediyorsun?
C – Mümkün olduğu derecede su-i zan ettiğiniz için, ben hüsn-ü zan ederim.
Eğer öyleyse zaten iyi; yoksa, tâ öyle olsunlar, yol gösteriyorum.(Münazarat)
Hüsn-ü zan ediniz. Su-i zan hem size, hem onlara zarar verir.
S – Neden su-i zannımız onlara zarar versin?
C – Onların bir kısmı sizin gibi tahkiksiz, taklit ile İslâmiyetin zevâhirini bilirler. Taklit ise, teşkikât ile yırtılır. O halde bazılarına-bâhusus dinde sathî, felsefe ile mütevaggıl olursa-dinsiz dediğiniz vakit, ihtimal ki tereddüde düşüp, mesleği İslâmiyetten hariçmiş gibi vesveselerle “Herçi-bâd-âbâd” diyerek, meyûsâne, belki muannidâne İslâmiyete münâfi harekâta başlar.
İşte, ey bî-insaflar! Gördünüz, nasıl bazı biçarelerin dalâletine sebep oluyorsunuz. Fena adama iyisin, iyisin denilse iyileşmesi ve iyi adama fenasın denildikçe fenalaşması çok vuku bulmuştur.
S – Neden?
C – Faraza, bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da, hücum edilmemek gerektir.
Zira çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegafül edildikçe, mahdut ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicap ve hayâ altında kendisinin ıslahına çalışır.
Lâkin, vakta ki perde yırtılsa, hayâ atılır; hücum gösterilse, fenalık, fena tevessü eder. (Münazarat)
S- Sen eskiden umum şeyhlere muhabbet, hattâ müteşeyyihlere de hüsn-ü zan ederdim. Neden şimdi bid’aya düşmüş bir kısım müteşeyyihlere hücum ediyorsun?
C – Bazan adavet, şiddet-i muhabbetten gelir. Evet, nefsim için onları ne kadar severdim; nefs-i İslâmiyet için bin derece daha ziyade onlara âşıktım.
Gerçekten onların temiz kalblerinin merkezine sıbğa-i Rabbâniye ve gönüllerine de hakikatin ziyası nakşolunmuştur.
Lâkin, onların asl-ı esas-ı mesleği, kulûbun tenviri ve raptı, yani fazilet-i İslâmiye üzerine sülûk, yani hamiyet-i İslâmiye ile tehattüm, yani İslâmiyet için hayatta zühd ve ravhı terk, yani ihlâs için terk-i menafi-i şahsî, yani, tesis-i muhabbet-i umumiyeye teveccüh, yani ittihad-ı İslâmiyeye hizmet ve irşad_Maatteessüf, onlar oturmakla kötülük ettiler ve hizmetlerinde tembellik gösterdiler. Şimdi ben onların himmetlerini kadîm ve hakikî mecrâsına yöneltmek istiyorum.(Münazarat)
Zekâî’nin bir fıkrasıdır.
Üstadım, Bir meydan-ı mücadele ve imtihan olan şu dünyanın her köşesinde beşere ders-i ibret olacak bir hadise, bir nümune eksik değil… Her yerde muhtelifü’l-mizaç insanlarda ayrı ayrı temâyülât-ı kalbiye bulunuyor.
Hadisat-ı dünyeviye içinde, en elîm olan şeyin, meslek-i uhreviye ve diniye perdesi altında vahşet ve hayvaniyet ruhlarıyla karşılaşmak olduğunu tecrübelerim ve müşahedelerim bana öğretiyor.
Evet, ehl-i iman için mucib-i teessür şeyler, kendisini ıslah-ı hale irca etmek üzere, ubudiyetle Hâlıkına yalvarırken, bir mülhidin uysal bir mahlûk gibi sokularak, birkaç zaman hileli etvar gösterdikten sonra, ruhunun çirkinliğiyle karşısındakine hücum ederek, kendine onu benzetmek istemelerini ve hattâ karşısındaki mü’min hakkında, sû-i zan ve sû-i tefehhüme düştüğünü görmektir.
Ah Üstadım, ne vardı, insanlar ya göründüğü gibi olsa, yahut olduğu gibi görünselerdi! Ehl-i irşad, ahkâm-ı Kur’âniyeyi tebliğ hususunda müşkilât çekmeyecek ve inkâr edilmeyecekti. Benim gibi henüz kendini ıslah edemeyenler de, bazı budalaların ruhlarında sâfiyet ve hüsn-ü insaniyet aramaya çalışmayacaktı.
Aziz Üstadım, inşaallah Cenab-ı Hak, hak ve hakikatin güneş gibi yükseldiğini size ve bize göstersin. Bir zindan hayatına benzeyen, birçok mânevî mahrumiyetler içerisinde geçen şu günleri, sürurlu ve serbest günlere tebdil eylesin. Âmin. Talebeniz Zekâi (Barla Lâhikası )
Abdülbâkî ÇİMİÇ