Çocukların tâlimi, ya cebirle, ya hevesâtlarını okşamakla olur.[1](Münâzarât)
Yazımıza Bedîüzzamân Hazretleri’nin Refet Bey’e yazdığı bir mektup ile başlayalım. “Azîz, sıddık, müdakkik kardeşim Refet Bey, Nevzâd-ı mübârekenin dünyaya gelmesini, sizin için bir fâl-i hayr olarak tebrîk ediyorum. İnşâallah “Erkek çocuk kız gibi değildir.[2]” sırrına mazhâr olacak. Âsım Bey gibi senin de bir kız evlâdı dünyaya gelmesi, meşrebimizde en mühim esâs şefkat olduğu cihetiyle ve şefkat kahramanları kızlar olduğundan ve en sevimli mahlûk bulunduğundan, dahâ ziyâde tebrîke şâyânsınız. Zannederim, bu zamanda erkek çocukların tehlikesi dahâ çok. Cenâb-ı Hak onu sizlere medâr-ı tesellî ve ünsiyet ve evinize küçük bir melâike hükmüne getirsin.[3]” Âmîn! Bedîüzzamân Hazretleri; “Erkek çocuk kız gibi değildir.[4]” âyetine dair şimdi cevap vermeye vaktim müsâit değil. Sıhhatini bilmiyorum, fakat rivâyet ediliyor ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm fermân etmiş ki: “Oğlan çocuğunu seviniz.” Demişler, “Kızları niçin istisnâ’ ettin?” Fermân etmiş ki: “Kızlar kendi kendini sevdirirler, onlar fıtraten sevimlidirler.[5]” Evet, kız, şefkat ve cemalin mazhârı olduğundan, erkek çocuğundan dahâ ziyâde sevilir. Bâhusus bu zamanda ebeveyn hakkında kızlar daha mübârektir. Çünkü, tehlike-i dînîyeye çok mâ’rûz olmuyorlar.[6]” diyerek bu zamanda erkek çocukların tehlikesinin kızlara nazaran çok dahâ fazla olduğuna dikkat çekmektedir.
Çocuklar yüce Rabbimizin biz kullarına bir emâneti ve hediyesidir. Onların maddî ve mânevî ihtiyaçları ebeveyn olarak bizim sorumluluğumuzdadır. Çocuklarımızın hem dünya hem de ahiret hayatını tehlikelerden korumak vazîfesi ile muvazzafız. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle çocuklarımızın mânevî eğitimi zorlaşmıştır. Çünkü âhirzâmanda çocuk olmak ve çocuk yetiştirmek çok müşkülleşmiştir.
Asrımızın dehşetli fitneleri, cazip teknolojik araçları ve iletişim vasıtaları çocuklarımızı maddî ve mânevî yönden tahrîb etmekte ve telâfisi zor yaralar açmaktadır. Özellikle terbiye-i İslâmiyenin za’fiyete uğraması İslâm terbiyesi yerine terbiye-i medeniyenin hâkim olması mânevî eğitimi neredeyse yok etme noktasına getirmiştir. Çünkü bu zaman, eski zamanlara benzemiyor. Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye hayât-ı içtimâîyemize yerleştiği için çocuklarımız ve gençlerimiz ve de insanlarımız bu tahrîbattan şiddetli bir şekilde etkilenmiştir. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksâniyetiyle ve ubûdiyetin za’fiyetiyle benlik, enâniyet kuvvet bulmuştur. Öyleyse acilen mânevî eğitime tekrâr tahşîdât yapmalı ve çare yollarına başvurmalıyız.
Çocuklarımızın tâlimi, dînî ve mânevî eğitimi için ise uygulayacağımız metod da önemlidir. Bu noktada Üstad Bedîüzzamân Hazretleri’nin gelen tavsiyeleri çok önemlidir.
“Çocukla konuşulsa, çocukça tâbirât istimâl edilir.[7]” Çünkü çocukların anlama ve algılama seviyesine göre hitâb etmek ve konuşmak gerekir. “Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat pat söylediği sözlerle ünsiyet peydâ eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insanla o çocuk arasında bir ma’lûmât alışverişi olamaz.[8]” Öyleyse bu tavsiyelere uymak zorundayız. Çünkü belâgatın ve güzel söz söylemenin gereği beliğ-i muknî(güzel sözle iknâ’ edici) olmalı, tâ muktezâ-yı hâle(halin gereğine) uygun olsun.
Çocuklarımızın hamiyet-i milliye ve ehl-i gayretten de beklentileri vardır. Bu noktaya da Bedîüzzamân Hazretleri şöyle işâret etmiştir: “Çocuklar hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da, zaaf ve acz ve iktidârsızlık noktasında, merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle rûhları inbisât edebilir, isti’dâdları mes’ûdâne inkişâf edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehval(korkulara) ve ahvâle(hallere) karşı gelebilecek bir tevekkül-ü îmânî ve teslîm-i İslâmî telkinâtıyla o ma’sûmlar hayata müştakâne bakabilirler. Acaba, alâkaları pek az olduğu terakkiyât-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i mâneviyesini kıracak ve rûhlarını söndürecek, nûrsuz, sırf maddî, felsefî düstûrların tâliminde midir?[9]” Elbette değildir. Öyleyse o ma’sûmların fıtratlarına ve hayatlarına tevekkül-ü îmânî ve teslîm-i İslâmî telkinâtlarını yapmalıyız.
Çocuklarımızın şer’an dînî sorumlulukları noktasında uygulayacağımız metod da önem arz etmektedir. Bu noktaya da şöyle işâret edilmiştir: “Fakat şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara peder ve vâlideleri onları alıştırmak için, teşvikkârâne emretmek ve on yaşına girse şiddetle namaz kıldırmak ve alıştırmak şeriatta var. Demek, “Vacip olmadığı halde, nâfile nev’înden yedi yaşından hadd-i bülûğa kadar büyükler gibi namaz kılıp oruç tutan çocuklar…[10]” denilmektedir. Bedîüzzamân Hazretleri’nin buradaki ifâdeleri ve kullandığı kelimeler çok önemlidir. Çünkü “On yaşına girse şiddetle namaz kıldırmak ve alıştırmak şeriatta var.” deniliyor. Dikkat edilirse bu açıklamalarda dövmek mânâsı yok. “Çocuklarınızı dövmeyin.[11]” hadîs-i şerifine de uygun bir açıklama olmuş. Üstad’ın îzâhlarında şiddetle namaz kıldırmak; yani lakayt davranmamak ve dikkatle onları namaz konusunda ta’kîp etmek ve namaz gibi ubûdiyet-i külliya olan bir ibâdete alıştırmak mânâları var. Hadîs-i şerifte “Çocuğa yedi yaşındayken namaz kılmayı öğretiniz. On yaşına bastığı hâlde kılmazsa, cezalandırınız.[12]”buyurulur. “Zikredilen hadîste geçen ve ekseriyetle “dövmek, cezalandırmak” şeklinde tercüme edilen “darabe”fiili istisnasız bütün kaynaklarda “ala” edatıyla birlikte geçmektedir. Oysa Arapçada “dövmek” anlamı yüklenmek istendiğinde bu fiil dahâ çok yalın haliyle ya da “ba” edatıyla birlikte kullanılmaktadır. Hadîs-i şerîfte geçtiği üzere “ala” edatıyla kullanıldığında ise, dövmek mânâsına değil,”mecbûr etmek”,”sorumlu ve yükümlü tutmak”,”empoze etmek” ,”sıkıştırmak” ,”zorlamak” ,vs. anlamlarına gelmektedir.[13]” Öyleyse bu açıklamalar ise Üstad’ın açıklamaları uyum içersindedir.
Çocuklarımızı terbiye-i İslâmiye dairesinde yetiştirmek için fıtratımızın gereği ve zarûreti olan namaz gibi bir ibâdet için de onları ikâz etmek ve tebliğ ile onları bu ibâdete alıştırmak da ebeveyn olarak hepimizin görevi olmalıdır. Yoksa “O şefkatli vâlide, çocuğunun hayat-ı dünyevîyede tehlikeye girmemesi, istîfade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâ’sûm çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, “Niçin benim îmânımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, vâlidesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusûr eder.[14]”
Bir de On Üçüncü Şua’da gelen kısım var ki ibretliktir: “On dört yaşında Süleyman namında bir çocuk, ziyâde haylâzlık yapıp başkalarının da iştahlarını açıyordu. Ona dedim: “Uslu dur. Namazını kıl. Senden büyük haylâzların içinde bu hlin sana tehlike getirir.” O, namaza başladı, fakat yine namazı terk ve haylâzlığa girdi. Birden tokat yedi. Uyuz illetine müptelâ oldu, yirmi gündür yatağında yatmaya mecbûr oldu.[15]” Burada da çocukların başına gelen musîbetlerin onların haylazlıklardan ve namaz gibi ibâdeti terk etmelerinden kaynaklandığı anlatılıyor. ”Meselâ, bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şerîat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkate muhâlefet etmiş olur. İşte bu muhâlefetten dolayı düşüp başı kırılırsa müstahak olur. Çünkü, bu musîbet o muhâlefete cezadır.[16]”
On Dokuzuncu Mektup’ta da mühim bir hadîs naklediliyor. Şöyle ki: “Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk namazını kat edip geçtiğinden, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Allahım, onun yerden izini kes.” demiş. Ondan sonra çocuk dahâ yürümemiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş[17]” Demek ki hırçın bir çocuğun özellikle namaz gibi bir ibâdeti kat edip geçmesini Efendimiz(asm) uygun bulmuyor. Bu cihetle de huşû’ içersinde kılınması gereken bir ibâdeti kat eden hırçın ve haylaz çocuklara bu fırsatın verilmemesi dersini de bu hâdiseden anlayabiliriz.
Abdülbâkî ÇİMİÇ
———–
[1] Eski Saîd Eserleri(Münâzarât,)2009,s:291
[2] Âl-i İmrân Sûresi,3:36
[3] Barla Lâhikası,2006,s:548,49
[4] Âl-i İmrân Sûresi,3:36
[5] Süyûtî, el-Hâvî li’l-Fetâvâ, 2:308; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:54.
[6] Barla Lâhikası,2006,s:551
[7] Sözler,2004, s,629
[8] İşârâtü’l-İcâz,2006,s:346
[9] Mektûbât,s,409
[10] Emirdağ Lahikası-2;s:66
[11] Hakim, Müstedrek, c. 4, s. 228
[12] Ebü Davüd, Salat 26; Tirmizî, Mevakît 182
[13] Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi’nden
[14] Lem’alar,2005,s.462
[15] Şualar,2005,s:527
[16] Mesnevî-i Nuriye,2006,s:118
[17] Kadı Iyâz,eş-Şifâ,1:328;Hafâcî,Şerhu’ş-Şifâ,3:137; Ali el-Kari,Şerhu’ş-Şifâ,1:663.