Emirdağ Lahikası’nı okurken Üstadın, ağabeylerin birbirlerini tebrîk ve takdir etmesinden ne kadar mutlu olduğu nazarıma ilişti. Kendi kendime bir muhâsebede bulundum. Mesleğimiz haliliye ve meşrebimiz hıllet ise bizler meşrebimizin gereğini ne kadar yerine getirebiliyoruz?
Üstad kardeşlerin birbirini takdir etmesinden neden bu kadar çok müferrah oluyor? Aşağıya ilgili kısmı alıntılıyorum.
“Hulusi-i Sani Sabri’ nin, mâlûm kardeşleri hesâbına tebriknamesi, beni derinden derine sevindirdi. O has kardeşimizin takdir ve tahsin noktasında ileri olması, Hüsrev ve Hasan Feyzi hakkında çok güzel takdiratı, beni cidden müferrah eyledi. Hasan Feyzi nin Denizli şakirtlerinin hesabına tebriki dahi onun yüksek irtibatını, kuvvetli alakasını gösterdi.( Emirdağ Lâhikası (1) – Mektup No: 59)”
Öncelikle bazı mektuplardaki Üstadın talebelerine hitap cümleleri ile başlayalım:
*Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniye ve imaniyede ihlâslı ve kuvvetli ve şanlı arkadaşlarım,
*Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede kuvvetli, dirayetli arkadaşlarım,
*Aziz, sıddık, fedakâr vefâkâr kardeşlerim,
*Aziz, sıddık ve fedâkâr ve vefâkâr kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniye ve imaniyede kuvvetli ve kıymetli ve çalışkan ve muktedir arkadaşlarım,
*Aziz, tam sıddık kardeşlerim,
*Aziz, sebatkâr, fedâkâr, sıddık kardeşlerim,
*Aziz ve sıddık ve hâlis kardeşlerim,
*Aziz, sıddık, kıymettar kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede metîn, ciddî, çalışkan arkadaşlarım,
*Aziz kıymettar, sadık ve sebatkâr kardeşlerim,
*Aziz ve sıddık ve sadık ve fedâkâr ve vefadar kardeşlerim,…”
Yukarıya aldığım hitaplar Kastamonu Lahika mektuplarının ilk mektuplarından Üstadın talebelerine hitap cümleleridir. Hakîkaten Üstadın takdir ifâdeleri ve teşvik cümleleri harîkadır. Bütün mektuplarının başında istisnasız bu tür ifâdeleri bulmak mümkündür. İstisnalar da vardır elbette.
Görüldüğü gibi Üstad Hazretleri talebelerinin vasıflarını bu ifâdelerle belirtiyor ve onlara çok yüksek hasletlerle iltifât ediyor.
Bizlere ise genel olarak İhlâs Risâlesinde şu düsturları gösteriyor.
“Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve fazîletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.”
Evet, cümle çok açık. Kardeşlerimizin meziyetlerini kendi meziyetimiz olarak kabul etmek. Fazîletlerini kendi fazîletimiz bilmek. Kardeşlerimizin şerefleriyle şükredercesine iftihâr etmek ve onlarla övünmek.
Hem yine gelen şu İhlâs Risâlesi içindeki cümleler ne kadar harikadır.
“Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer “Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim” arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.(Yirmibirinci Lem’a)”
“Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. ”
Şerefte, makamda (ki bu makam hem dünyevî hem de uhrevî olmalı) teveccühte (ya’nî insanların teveccühünün kardeşimize yönelmesini arzulamak ve ondan dolayı kıskançlık gibi mikropların oynamasına fırsat vermemek), hatta maddî menfaatlerde veya nefsin hoşuna giden her şeyde kardeşleri tercih etmek ve onlar lehinde bulunmak ve bütün husûsiyetleri ve meziyetleri kardeşlere vermek.
Kardeşleri takdir etmekle ve onları tercih etmekle sırr-ı ihlâsı kazanmak en büyük bir haslet ve sahabelerin en önemli özelliği olan îsâr hasletinin bir iz düşümünü yaşamak ve o lezzeti ruh,kalb ve lâtife-i rabbaniyelerimize yaşatmak.
“Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. ”
Yukarıdaki cümle çok hassas ve ince bir nokta diye düşünüyorum.
Buraya îsâr hasletiile ilgili yeri alalım öyle devam edelim inşâallah.
“Sahabelerin senâ-i Kur’aniyeye mazhar olan “îsâr” hasletini kendine rehber etmek. Yâni: Hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-ı maddiyeyi istemeden ve kalben talep etmeden, sırf bir ihsân-ı İlâhî bilerek, nâsdan minnet almıyarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır. Çünki: Hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlâs kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini temin etsin. Hem zekâta da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakitte, hizmetimin ücretidir denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârâne başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini kendi nefsine tercih etmek,
وَ يُؤْثِرُونَ عَلَى اََنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ (“Kendileri ihtiyaç halinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler.” Haşir Sûresi, 59:9)sırrına mazhariyetle, bu müdhiş tehlikeden kurtulup ihlâsı kazanabilir…(İhlâs Risâlesi-Haşiye)”
Şimdi buradan da hareket ederek kardeşlerimizin nefislerini kendi nefsimize tercih edeceğiz. Yâ’nî önceliğimiz kardeşlerimiz olacak. Bu haslet zaten îsâr hasletinin bir yansıması ve izdüşümüdür.
Kardeşlerimizin nefislerini kendi nefislerimize nerelerde tercih edeceğiz?
1.Şerefte,
2.Makamda,
3.Teveccühte,
4.Hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde.
Hiç bir Nûr Tâlebesi bilerek yukarıdaki hasletlere hamletmez ve bunların kendisinde tezahür etmesini ve gözükmesini de beklemez. Onlar sadece ve sadece Allah rızâsı için hizmet-i Kur’âniyelerine devam ederler.
Ancak insan aldanır ve hatadan da hâlî değildir. İşte bu nedenlerledir ki Üstad şaşmaz Kur’ânî ve sünnetî düstûrlarla hizmetimizin esaslarını vaz eder.
Burada önemli gördüğüm husus şudur. Madem Risâle-i Nûr hizmetinde fenâ fi’l-ihvân düstûru var. “Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yâ’nî, birbirinde fâni olmaktır. Yâ’nî, kendi hissiyât-ı nefsâniyesini unutup, kardeşlerinin meziyât ve hissiyâtıyla fikren yaşamaktır.”
Bütün mahâret ve meziyet sanırım bu düstûrlarla hareket edebilmektir. Yoksa birilerine makam vermek veya teveccühleri onlara yönlendirmek gibi zorlamalı hareketlerden daha çok fıtrî olan tefâni hasletini tesis etmeye gayret etmektir. Üstadımız da bunların şifrelerini deşifre etmiş ve bizlere mükemmel bir reçete ortaya koşmuştur.
Üstadın reçetesini çok net ve açık görüyorum.”Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. “cümlesindeki teveccühte kelimesini belki biraz dahâ mütalaa edebiliriz. Yoksa gerisi çok net ifâdeler diye düşünüyorum.
Öyleyse teveccüh meselesini de buraya ekleyelim ve öyle bakalım.
İhtar: Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şan ve şeref arzusuyla teveccüh-ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şan ve şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ve şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın!(İhlâs Risâlesi-Haşiye)
O halde teveccüh-ü nâs istenilecek, hoşlanılacak bir hâl değildir. Öyleyse Üstadımız niçin kardeşlerinizin nefislerini teveccühte kendi nefislerinize tercih ediniz diyor?
Burada kendilerine gelen teveccühlerin önünü kesmek ve kardeşlerine yapılan teveccühleri de kıskanmamak gibi bir mânâ mı seziyorum? Kardeşlerimize başkalarını da teveccüh ettirinizden dahâ çok bizlere bir ders var diye anlıyorum.
İhlâs Risâlesinden bazı düstûrları tasnif edelim inşâallah.
1.Üstad,”Ben sufî değilim. ” der. Böylece mesleğinin tasavvuf metodu ile gitmediğini de beyan eder.
2.Hem “Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ıstılahatı” yerine “bizim meslekte fenâ fi’l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur.” olduğunu ifâde eder. Bizim meslekte ifâdesi ile mesleğinin “Cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye olan şu mesleğimizden” ifâdesi ile Kur’ân’ın geniş caddesini temsil ettiğini beyân eder.
3.Üstad fenâ fi’l-ihvân düstûruna ise ” tefânî “demektedir.
4. “Tefânî” düstûru ise “birbirinde fâni olmaktır.” Târifi ile tam mânâsını ve izâhını bulur.
5.”Tefânî” düstûrunun açılımı ise “kendi hissiyat-ı nefsâniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.” Çok önemli bir noktadır ki kardeşlerin meziyet ve hissiyatlarıyla fikren yaşamak.
6.Üstadımız “Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir.” der. Hem uhuvvetteki mâkamın çok geniş olduğundan da bahseder.
7.Dahâ da önemli bir noktaya dikkat çekerek “Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir.” diyerek Ehl-i tasavvuf mesleğinden farklı olarak hakîkat mesleği olan minhac-ı Kur’ânî mesleğini gösterir.
8.Üstad araya “ Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer.” diyerek ve başka bir yerde ise şu ifâdelerle bir bakış açısı dahâ sunar.” Hem Risâle-i Nûr’un dâiresi çok geniştir; şâkirtleri pek çoktur. Hârice kaçanları aramaz, ehemmiyet vermez, belki daha içine almaz. Her insanda bir kalp var. Bir kalp ise, hem dâirede, hem hâriçte olamaz. Hem hâriçteki irşâda hevesli zâtlar, Risale-i Nur’un şâkirtleriyle meşgul olmamalı. Çünkü üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takvâ dâiresindeki talebeler irşâda muhtaç olmadıkları gibi, hâriçte kesretli namazsızlar var. Onları bırakıp bunlarla meşgul olmak irşad değildir. Eğer bu şâkirtleri severse, evvelâ dâire içine girsin, o şâkirtlere peder değil, belki kardeş olsun-fazileti ziyade ise ağabeyleri olsun.(Yirmisekizinci Lem’a)”
9.Bedîüzzamân” Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir.” der ve gelen cümlelerde “hıllettin” târifini şöyle yapar.” Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder.” Bu son cümle içindeki “en güzel takdir edici yoldaş” ifâdeleri kardeşlerimizi en güzel şekilde takdir etmeyi gösterir. En güzel şekilde takdir edici yoldaş olmak da Risâle-i Nûr mesleğinin bir düstûru ve prensibidir.
10.Risâle-i Nûrlardan tardir etmek ile ilgili cümleleri alarak bitirelim inşâallah.
*” Nurun şakirtlerinden bazılarının Nurlardan fevkalâde iman hüccetlerini ve sarsılmaz, aynelyakîn ulûm-u imaniyeyi görüp istifade ettiklerinden, bu bîçare tercümanına bir nevi teşvik ve tebrik ve takdir ve teşekkür nev’inde ziyade hüsn-ü zanla müfritâne methetmeleriyle…( On Dördüncü Şua)” denilerek Üstadın talebeelri Üstadı hem tebrik hem de takdir etmişlerdir.
*” “Ey Said! Sen, zamanın Abdülkadiri ol, ihlâs-ı tâmmı kazan, fakrınla beraber maişetini düşünme, nâstan minnet alma; ismin ‘Said’ olduğu gibi maişette de mes’ud olacaksın. Muhabbetimde sadık olduğundan ve ihlâsa çalıştığından, Hulûsi gibi muhlis talebeler ve yardımcılar ve Süleyman, Bekir gibi sadık hizmetkârlar ve Sabri gibi tam takdir edici ve ciddi müştak talebeler size verilmiş.”( Sikke-i Tasdik-i Gaybî)” Bu kısımda da talebelerin tam takdir edici oldukları gösteriliyor.
*” El ele, omuz omuza vererek himmet ve gayret-i Hüdâ pesendâneleriyle mazhar-ı takdir olan uhrevî kardeşlerime selâm ve dualar eder ve muvaffakiyetler temenniyle dualarını istirham eylerim. Hulûsi (Barla Lâhikası – Mektup No: 124)” Hulûsi ağabeyin de uhrevî kardeşlerini takdir etmesi de manidardır.
*” Takdir, tahsin, medih ve sitayiş etmeyen ve muhabbet ve merbutiyet beslemeyen insan değildir ve daha doğrusu merdud-u İlâhî ve Peygamberî olanlardır.( Barla Lâhikası – Mektup No: 197)”
*” Bu eserler bütün sınıflara ve cemaatlere daima mazhar-ı takdir oluyor. Kim görse istihsan eder. Tenkide mâruz olacak eserler değil. Fakat derecât-ı takdir, derecât-ı fehim gibi mütefavit ve müteaddittir. Herkes derece-i fehmine göre takdir edebilir.Abdülme(Barla Lâhikası – Mektup No: 22)”
*” Zira, fazileti takdir edebilmek, fazileti bilmekle mümkündür. Talebe namzedi, sefil Yusuf Toprak(Barla Lâhikası – Mektup No: 284)”
* “Duanızın cümlemiz muhtacı ve duanızda bulunmak hepimizin borcudur. Sabri Efendi kardeşimiz ne güzel takdir etmiş; mâşâallah, mâşâallah! Hulûsi(Barla Lâhikası – Mektup No: 64)”
İhlâs Risâlesinin son kısımdaki Üstadın şu cümlesi ise çok mühimdir diye düşünüyorum.”Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakîkatli bir âlimi olabilir.(Yirmi Birinci Lem’a) ”
Evet, bu cümlede ” Bu zamanın mühim, hakîkatli bir âlimi olabilir” sırrını nasıl anlamalıyız? Esasında nasıl ki kâinat boşluk kaldırmıyor ise Risâle-i Nûrlar da bu asrımızın insanlarının ihtiyaçları noktasında boşluk bırakmıyor. Biz Risâle-i Nûrları hakîkî mânâda anladık dersek o zaten alâmet-i gurur olur. Öyleyse sır nedir? Sır gelen cümlede saklıdır.”Eğer anlamasa da, mâdem Risâle-i Nûr şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir.”
İşte bütün bakış açımı Risâle-i Nûrların değişik yerlerinde çoklukla yer alan ve ehemmiyetine binâen Üstadımızın üzerinde durmaya çalıştığı şahs-ı mânevî hakîkati ile çözmeye çalışıyorum. Çünkü özellikle bu zaman ve asırda şahıs dâhi hatta yüz dâhi derecesinde de olsa ehemmiyetinin olmadığı izahları da Üstadımıza aittir.
O zaman şöyle diyelim. Mâdem bu asır ve zaman zaruretleri de nazara alarak şahıs zamanı değil ve şahs-ı mânevî zamanı ise o halde bütün değerlendirmelerimizi ve bakış açımızı bu çerçeveden ortaya koymak gibi biz durum gerekiyor.
Mâdem Üstad Hazretleri metod ve yöntem olarak asr-ı saadeti âhirzamana taşımış ve bu mesleğe sahebe mesleği demiş, şahsî fazîletlerden ziyâde Risâle-i Nûrlara kanaat etmeyi, ihlâs, sadakat ve tesanüd sıfatları çerçevesinde bir hizmet metodunu Kur’ân’dan alarak ilhâm,ihtâr,sünûhat-ı kalbiye ve feyz-i Kur’ân ile bir eser ortaya konulmuş; o eserlerde gösterilen metod ve yöntemlere de bizlerin kanaat etmesi elzem gözüküyor.
Şimdi şahs-ı mânevî için âcizane şöyle düşünüyorum. Risâle-i Nûrların şahs-ı mânevîsi ve şakirtlerinin ihlâs ve tesânüdlerinden meydana gelen şahs-ı mânevî bir havuz gibidir. Bu havuz kevser-i Kur’ânî havuzudur. Nûr dâvâsına gönül vermiş en avâm tabakasından en havas tabakasına kadar herkes şahs-ı mânevîden nasipleniyor. Çünkü bütün haseneler şahs-ı mânevî havuzunda birikiyor. Hiç bir kişi şahsî imtiyaza gidemiyor, hak dava edemiyor ve yaptıklarını tek başına temellük de edemiyor diye inanıyorum. Bütün birikim haseneler olarak şahs-ı mânevî havuzuna ait oluyor. Eğer daire içersinden birisi bu havuza itimad etmeyip şahsî cesâretini, zekâsını, ilmini, bilgisini, hizmetini ve sâire işlerini şahsî sahiplenmeye çalışacak ise ve ya böyle bir duruma hamlediyor ise işte o zaman şahs-ı mânevî dairesi dışında hareket ediliyor demektir.
Şimdi hâl böyle iken tekrar meselemizi şahs-ı mânevî cihetine çekelim ve mevzûmuza o çerçeveden bakalım.
Madem Risâle-i Nûr dâvâsında şahıs yerine şahs-ı mânevî var. O şahs-ı mânevnîn mâkamı Ferîd makamındadır.
Bu dâvâda çok ilimlere vâkıf değişik tabakalardan talebeler var. Arabî bilenden hadîs bilene, fıkıh âliminden tefsir âlimine kadar her kademeden insan olduğu mâlum.
Öyleyse onların bütün mezîyet ve fâzîletleri ile şâkirane iftihar etmek gerekiyor çünkü o hasletler hepimizin. Bu açıdan baktığımızda o şahs-ı mânevîden hisse almanın yollarına bakmamız sanırım en ehemmiyetli ve isâbetli yol ve sır olsa gerektir. Çünkü ” Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı, bize kâfidir.(Emirdağ Lâhikası)”
Mâdem bizim en ehemmiyetli vazîfemiz öncelikle kendi imânımızı sonra ehl-i imânın imânını dahâ sonra da diğer insanların imânını Risâle-i Nûrlar ile kurtarmaktır. Çünkü bu asırda söz Kur’ân’ın ve o edviye-i Kur’âniye derslerinindir. Bizler de taksim’ül âmal kâidesince bir vazîfeyi deruhte ediyoruz diyebiliyoruz.
Elbetteki faklı bakış açıları ve yorumlar öncelikle sahiplerini bağlıyor.Bu faklılıklar bir nevi zenginlik olarak algılandığı gibi mizansız münâkaşa olmamak şartı ile forumların bir özelliği ve güzelliğidir.Zaten forumlar belirli konular üzerine fikir teatilerinin yapıldığı yerler ve zeminlerdir.
Ancak Risâle-i Nûrlar üzerine yapılan fikir teatilerinde ve müzâkerelerde elbette dahâ hassas ve dikkat etmemiz gerkiyor diye inanıyorum.Çünkü Risâle-i Nûr hizmeti esere ya’ni kitaba dayalı bir hizmettir.Elimizde altı bin sayfayı aşkın neredeyse 15 ciltlik bir külliyat vardır.
Bu nedenle de bu eserleri faklı yönlerden izdüşümler ve dersler insanların âlemine düşebiliyor.
Ben de kendi âlemime düşenleri şöyle ifade etmek istiyorum.
Risâle-i Nûr hizmetini şahıslarla iltibas etmesek daha münasip ve güzel olur diyorum. Risâle-i Nûrların saff-ı evvel talebeleri ağabeylerimizdir, fedakârlardır, canımız ve gözümüzdürler. Onlara karşı yapılanacak en küçük bir tenkide dahi razı olmayız. Onlar âhirzamanda Bedîüzzamân gibi bir şahsiyete korkusuzca talebe olmuşlar ve hizmet etmişlerdir. Onların fedakârlıkları ve gayretleri dillere ve tarihlere destan olmuştur. Bunların hepsi kabuldür.
Ancak bu ağabeylerimizin hiç birisi tek başına küll değildir. Hepsi birden farklı özellikleri ve güzellikleri ile Üstada, Kur’an’a ve Risale-i Nurlara hizmet etmişlerdir. Onların hizmet anlayışlarından istifade ederiz.
Nasıl ki o ağabeyler kendilerini şahs-ı mânevîde eritmişler ve bu gün onların oluşturduğu şahs-ı mânevî havuzu devam ediyorsa ki öyledir. Bizlerde şahs-ı mânevîyeye göre tavır almalı ve kanaat etmeliyiz. Burada her bir ağabeyin şahsi hususiyetlerini ve özelliklerini Risale-i Nurların bütünü olarak görmeye ve göstermeye çalışırsak inanıyorum ki o ağabeylere de zarar vermiş olur ve esas Risâle-i Nûrlara daha fazla zarar veriyor konumuna düşeriz.
Bütün ağabeyler ve de Risâle-i Nûra muhatap olanların hisseleri şahs-ı mânevîyede bir buz parçası olan enaniyetlerini eritmeleri noktasında ehemmiyetli ve makbuldür. Zaten ağabeylerde bu noktaya ulaşmışlar ve Üstad da onlara gerekli iltifâtı ve takdiri ve de tahsini yapmıştır.
Şahsi algılarımız ve muhabbetlerimiz olabilir ancak bunu Risâle-i Nûr hakikatlerinin üzerine çıkarmamamız gerekir diye düşünüyoruz.
Hem Risâle-i Nûr hakikatleri fânî ve çürütülebilir şahsılarla bağlanmamalı ve bağlanmaz der Üstad. Buna kanaat etmemiz gerekiyor diye inanıyorum.
Üstadımız her bir ağabeyimiz için çok değişik tarzlarda onların özelliklerini söylemiş ve hizmette kendi kabiliyet ve isti’dadları nispetinde onlardan azami hizmet noktasında istihdam olunmaları için taltif ve takdir cümleleri sarf etmiştir. Bu çok normal ve de gerekli bir haldir. Ancak bizler Risâle-i Nûr eserleri ile ve şahs-ı mânevî ile hizmet ediyoruz.
Bakınız Üstadımız son Emirdağ Lahikası mektuplarının birinde neler diyor.“Bundan sonra her meselemizde emir, Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirtlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var.( Emirdağ Lâhikası (1) – Mektup No: 167)”
Bu da Kastamonu Lahika mektuplarından. “Zaten mabeyninizde samimî tesanüt ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı mânevinin fikrini, o meşveretle bildirir.( Kastamonıu Lâhikası – Mektup No: 90)”
Yine gelen şu cümleler de ne kadar önemlidir.” Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.( Kastamonıu Lâhikası – Mektup No: 157)”
Gelen şu cümlelerde ne kadar mühim ve hakikatlidir.” Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risale-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir” deyip nefsinizi susturunuz. Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir.( Kastamonıu Lâhikası – Mektup No: 150)”
Bâkî ÇİMİÇ