Âlem-i Mülk, sahip olunan, üzerinde tasarruf hakkı bulunan ve şahit olduğumuz âlemdir. Yâ’ni görünen âlemdir. Melekût, bir şeyin iç yüzü, hakîkati ve aslıdır. Görünen âlem değil müttali olmadığımız gayb âlemleridir. Âlem-i melekût ise melekût âlemi, rûhlar ve melekler âlemi olarak ta’rîf edilir. Gözle görülmeyen semâvî varlıklar âlemidir.
Yukarıda kısaca tâ’riflerini yaptığımız mülk ve melekût âlemleri ile ilgili Risâle-i Nûr’dan da alıntılarla konuya devam edelim inşâallah. Özellikle yer yer mülk âlemindeki eşyanın melakût boyutlarına yoğunlaşmaya çalışalım. Mülkten melekûta bakış açılarımızı mânâ-i harfî ile bakmaya yöneltelim. Mülk âleminin mülevves yansımalarının altında melekût cihetine tecelli eden parlak ve güzel yansımaların perdelerini aralamaya çalışalım.
Öncelikle konu ile ilgili Risâle-i Nûr’da geçen bölümleri paylaşalım. “Hem hayatın iki yüzü, yani mülk, melekût vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir. Onun için, perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbâniyeden çıktığını âşikâre göstermek için, sair eşya gibi zâhirî esbâbı, hayattaki tasarrufât-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahlûktur.[1]”
“Kâinatın iki ciheti var-aynanın iki vechi gibi: Biri mülk, biri melekûtiyet. Mülk ciheti ezdadın cevelangâhıdır. Hüsün-kubh, hayır-şer, sağîr-kebîr gibi umurun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait ve esbab vaz edilmiş, tâ dest-i kudret zahiren umur-u hasise ile mübaşir olmasın. Azamet, izzet öyle ister. Hakikî tesir verilmemiş; vahdet öyle ister.
Melekûtiyet ciheti ise, mutlaka şeffafedir; teşahhusat karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlıka müteveccihdir. Terettüp, teselsül yoktur. İlliyet, mâlûliyet giremez. İ’vicâcâtı yoktur. Avâik müdahale edemez. Zerre, şemse kardeş olur.
Kudret hem basit, hem nâmütenâhi, hem zâtî; mahall-i taallûk-u kudret hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü, cemaat ferde rüçhanı, küll cüz’e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.[2]”
Mülk âleminde yaratılan eşyanın melekûta yansıması vardır. Mülkteki esbap müessir-i hakîkî değil sadece “Mülk ciheti ezdadın cevelangâhıdır. Hüsün-kubh, hayır-şer, sağîr-kebîr gibi umurun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait ve esbab vaz edilmiş, tâ dest-i kudret zahiren umur-u hasise ile mübaşir olmasın. Azamet, izzet öyle ister. Hakikî tesir verilmemiş; vahdet öyle ister.”
Şimdi mülkten melekûta bir bakışla harfî bakışın nasıl olması gerektiğine bir misalle bakalım.
Önümüzde mülk âleminde bulunan bir yemek tabağını düşünelim.(Bu misali diğer mülk âlemindeki eşyalar içinde düşünebiliriz.)Tabağın şekli, görünüşü, rengi, küçük ve büyüklüğü, hangi maddelerden yapıldığı v.b.halleri mülk âleminde görülen şahit olduğumuz yönleridir.
Şimdi mülkten melekûta bir bakışa geçelim. Tabak hangi iş için kullanılıyor? Elbette ki yiyeceklerin servis edilmesi ve içlerine meyve, sebze ve gıdalar konulması için kullanılıyor. Bu yiyecekler harfî bakışta neyi ifâde ediyor? Allah’ın Mün’im, Rahmân ve Rezzak gibi isimlerinin cilvelerini ve yansımalarını ifâde ediyor.
Öyleyse yemek tabağının görünüşü olan mülk cihetinden Allah’ın esmâsı olan cihetine bakmamız ve geçmemiz ise melekûti bir bakış oluyor.
İşte her bir eşyânın mülk boyutundan melekûtuna geçmek mânâ-i ismîden mânâ-i harfîye geçmek oluyor ki îmân-ı tahkîkî bunu zarûrî kılmaktadır.
Eşyanın melekûtu her zaman esmâ-i hüsnâya baktığı için parlak ve şeffaftır ve güzeldir.
Ey esbab-perest gafil! Esbab bir perdedir; çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedâniyedir; çünkü tevhid ve celâl öyle ister ve istiklâli iktiza eder. Sultan-ı Ezelînin memurları, saltanat-ı Rububiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o Rububiyetin temâşâger nazırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vasıtalar kudretin izzetini, Rububiyetin haşmetini izhar içindir, tâ umur-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin. Acz-âlûd, fakr-pîşe olan insanî bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için memurları şerik ittihaz etmiş değildir.
Demek esbab vaz edilmiş, tâ aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin. Zira, aynanın iki veçhi gibi, herşeyin bir mülk ciheti var ki, aynanın mülevven yüzüne benzer; muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri melekût’tur ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir veçhinde, kudret-i Samedâniyenin izzetine ve kemâline münâfi hâlât vardır. Esbab, o hâlâta hem merci, hem medar olmak için vaz edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakikat cânibinde herşey şeffaftır, güzeldir, kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir, izzetine münâfi değildir. Onun için, esbab sırf zahirîdir; melekûtiyette ve hakikatte tesir-i hakikîleri yoktur.[3]
Zira, aynanın iki veçhi gibi, herşeyin bir mülk ciheti var ki, aynanın mülevven yüzüne benzer; muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri melekût’tur ki, aynanın parlak yüzüne benzer.[4]
Aynanın kirli ve boyalı kısmı görünüşte pek sevimli değildir. Neye kıyasen böyle düşünürüz? Aynanın ön ve parlar, şeffaf kısmına kıyasen biliriz ki arka yani kirli, boyalı kısmı çirkin gibi görülür.
Ancak hakîkatte ön cihetteki parlak ve şeffaflık kirli yüzdeki mat ve boyanın tezahürüdür. Kirli kısımdaki boyaların silinmesi ön kısımdaki şeffâfiyeti ve parlaklığı da yok eder. Öndeki parlaklık ve güzellik arka kısımdaki kirlilik ile mânâ kazanır. O halde her şey bizim mülk âleminde gördüğümüz gibi değildir. Mülk âlemindeki çirkin, şer gibi görünen hadiseler melekût âlemine öyle yansımıyor.
İşte burada da Allah’ın esmâsına bakan cihetlerin şeffâfiyetini anlamak için mülkten melekûta tecelli eden mânâya bakmak ve mülkteki çirkinliklere derc edilen esmâ tecellilerini fark etmek îmânın tezahürünün gereğidir ki itiraz çıkmasın ve ittiham edilmesin. Melekût cihetinde irâde ve kudret-i Rabbâniyenin tecellileri fark edilsin. Esbap geçilsin ve esbabın arkasında esmâ tecellileri anlaşılsın.
Herşeyin, içine melekût, dışına da mülk denir. Bu itibarla insanla kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü, insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur, melekût cihetiyle de mazruf olur.
Bu kaide, Arş ile kevn hakkında da tatbik edilir. Şöyle ki: Arş Zahir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır.
Bu halitada dâhil olan ism-i Zahir itibarıyla, Arş, mülk, kevn melekût olur. İsm-i Bâtın itibarıyla, Arş, melekût, kevn mülk olur.
Demek, Arşa ism-i Zahir nazarıyla bakılırsa, kendisi zarf, kevn de mazruf olur.
İsm-i Bâtın gözüyle bakılırsa, kendisi mazruf, kevn zarf olur. Ve keza, ism-i Evvel itibarıyla, “Arşı su üzerindeyken…[5]”âyetinin işaret ettiği kevnin bidayetini içine alıyor.
Ve ismi Âhir itibarıyla, “Cennetin damı Rahmân’ın Arşıdır.[6]” hadis-i şerifinin ima ettiği kevnin nihayetini içine alıyor.
Demek, Arş öyle bir halitadır ki, şu dört isimden aldığı hisselerle kevn ve vücudun sağını solunu, üstünü ve altını ihata etmiş olur.[7]
Bâkî ÇİMİÇ
Dipnotlar:
————
[1]Otuzuncu Lem’a
[2]Sünuhat
[3]Yirmi İkinci Söz
[4]Yirmi İkinci Söz
[5]Hûd Sûresi,11:7
[6]el-Münâvî, Künûzü’l-Hakâik,s.78.
[7]Mesnevî-i Nuriye -Hubâb