Biz kullar Rabbimizin hikmetli işlerini anlamaya ve hikmetteki tecelli-i esmâ derslerinden kendi âlemimize düşen hisseleri idrak etmeye çalışırız. Çünkü bu imtihan dünyasında Rabbimiz İsm-i Hakîm’in cilve-i tecellileri ile muamele yapmaktadır. Çünkü din bir imtihandır; akla kapı açar, hikmeti iktizâ’ eder ve iradeyi elden almaz. İmtihan dünyasında her hikmetli fiil, bir sebebe bağlanmıştır. Ancak esbab, müsebbebe tenteneli bir perdedir.
Bütün esbâb silsileleri Allah’a dayanır ve kudretine istinad eder ve O’nun kudretinin tasarrufâtına birer perdedirler. O kudret-i kudsîyenin izzetini ve haşmetini muhâfaza için bütün zâhirî sebepler yalnız birer vesiledirler; icâdda da hiç te’sîrleri yoktur. Allah’ın emir ve irâdesi olmazsa hiçbir şey, hattâ hiçbir zerre hareket edemez. Öyleyse sebepler Allah’ın kudretine tenteneli bir perdedir. Allah’ın icrâatına ve kudretine ortak değillerdir.
Esbab içersinde en akıllı ve iktidarı zahiren kuvvetli görünen insan bile aciz ve bir fiili halk edemez. İnsan şer cihetinde eli uzun, hayır cihetinde eli kısadır. Tahrip eshel olduğu için sû-i ihtiyarıyla, kendisine verilen kemalâtı bile tağyir ediyor. İnsanın kendi hanesi hükmünde bulunan cesedi bile emanettir. Mehasini(iyilikleri) hep mevhubedir(hibe edilmiştir); seyyiatın(günahları) meksûbedir(kendi kesbidir). Öyleyse perdeler arkasında Allah’ın ilmi, irâdesi ve kudreti işlemektedir. “Çünkü, izzet ve azamet perdeyi iktizâ eder; tevhid ve celâl dahi şirketi reddeder, te’sîri esbâba vermiyor.[1]”
Ancak îmân etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşânın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umûm kâinatın şehâdetine istinâden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günâh ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedâmet etmek iledir.[2] Hem “İmân hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakikî îmânı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve îmânın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. “Tevekkeltü alallah” der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak’ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saâdet-i ebediyeye girmek için Cennet’e uçabilir.”[3] Öyleyse “Demek îmân tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saâdet-i dareyni iktizâ’ eder.”[4] Demek ki “tam münevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz.”[5]
Aynen bu tarifler gibi Bediüüzzaman Hazretleri de hârikulâde metânet ve salâbet ile karşılaşmış olduğu bütün zulümlere karşı kahramanlığını göstermiştir. Çünkü O, îmânından gelen şecâat ile “hukûk-u diniye ve dünyevîyesi için canını fedâ eder, meşru’ olmayan şeylere karışmaz.”[6]dı.
Bediüzaman Hazretleri ne söylediyse yaşamış ve ne yaşadıysa onu yazmıştır. Tarihçe-i Hayatı’na bakıldığında sergüzeşt-i hayatında bir tenâkuz görülmez. O, Risâle-i Nur satırları içersinde yazmış olduğu îmân hakîkatlerinin gereğini en dehşetli ve cebbâr kumandanlar karşısında ve mahkemelerde, hatta idamla yargılandığı ve kararların verildiği anlarda bile zerrece inhiraf göstermeden yaşamıştı. Çünkü O, kendisine ilişecek olanların da dizginlerinin Rabb-i Rahîm’inin yed-i kudretinde olduğunu biliyordu. O, Rabb-i Rahîmi izin vermeden kendisine zerre kadar zarar veremeyeceklerine bütün zerreleri ile îmân etmişti. Esbabın, müessirde bir dahlinin olmadığına bütün kalbî itikadı ile inanıyordu. Öyleyse esbaba yalvarmak, esbabtan netice beklemek ve esbabı merci tanımak O’nun inanç ve itikadına aykırıydı. O, Rabbini razı ettikten sonra her müşkülün hallolacağını ve bütün kâinat karşısında da olsa zerre miktar tereddüt yaşamayacağından çok emindi.
31 Mart hadisesinde Divan-ı Harb-i Örfî Reisi Hurşid Paşa’nın: “Sen şeriatı istedin mi? İşte şeriatı isteyenler böyle asılırlar.” Sözü karşısında Bediüzzaman’ın “Şerîatın bir meselesine bin ruhum olsa feda ederim!” haykırışı da îmânının şecâati ve şeriata olan inancının gereğiydi. Bu savunma neticesinde zerre kadar ölüm korkusu yaşamıyor, gösterilen i’dâm darağaçları O’nun şerîata olan sadâkatinden zerre kadar taviz verdirmiyordu. “Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir.”[7] Bediüüzzaman aynen bu hakikatleri tatbik ediyor ve şerîatın hakkını ve hatırını mahkemelerden, kumandanlardan ve reislerden üstün tutuyordu. Karşısında hakkı inciten kim olursa olsun hiç çekinmeyerek ve korkmayarak hakkın hatırını savunuyordu. Çünkü hakka hizmet etmeyi kâinatta her mes’eleden üstün biliyor ve öyle davranıyordu. O, Rus kumandanı karşısında da mukaddesatının emrettiğini yapmıştı. Kalbimde îmânı vardı. Kendisinde îmân olan bir şahsın, îmânı olmayan şahıstan efdal olduğuna inanıyordu. Eğer ona kıyam etseydi, mukaddesatına hürmetsizlik yapmış olacaktı. İşte bu duruş Rabbinin hoşuna geldiğinden ve işlediği fiil rıza-i ilâhiye mazhar olduğu için Rabb-i Rahîmi O’nu muhafaza etmişti. Çünkü O, işlemiş olduğu fiillerinde neticeyi düşünmüyor; sadece Rabbinin rızası için duruşlar yapıyordu. Çünkü îmân ön şartsız kabulü gerekli kılıyordu. Esbabın içtimâı ancak ve ancak Rabb-i Rahîmin irade ve kudret-i Rabbaniyesinin tecelisine hikmeti iktizâ’ ederse tecelli edecek olan illet-i tamme şartlarıydı. Rabbinin hikmeti iktizâ’ etmez ise esbabın içtimâı neticeyi halk edemezdi.
Hem İstanbul’un işgali hengâmesinde İngilizlerin desiselerine karşı İslâm’ın o cebbâr kumandanların aldatmalarına aldanmamak için Hutuvat-ı Sitte eserini tab edip dağıtarak onların bütün planlarının bozulmasında da büyün hizmetleri olan Bediüzzaman Hazretleri yine hakkın hatırını üstün tutmuş, vatanı, dini ve mukaddesatı için hiç çekinmeyerek tehlike yüzde yüz iken vazife-i diniyesini yerine getirmiştir. Verilen ölüm emri karşısında “Tevekkeltü Alallah, ecel birdir, tegayyür etmez”[8] demiştir.
Çıkarılmış olduğu memleket mahkemelerinde ve zindanlarında boyun eğmemiş, İslâm’ın şeâiri olan sarığını başından çıkarmamış, “Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa hergün biri kesilse, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.”[9] Diyerek ümmet adına bedeller ödeyen; ehl-i dalalete meydan okuyan ve hizmet-i îmâniye yolunda hem dünyevî, hem lüzum olsa uhrevî hayatlarını feda eden ve mahkemelerde dâvâ ettiği gibi, bir tek hakikat- îmâniyeyi dünya saltanatıyla değiştirmeyen kahraman-ı İslâmdır Üstadımız Bediüzzaman Saîd Nursî Hazretleri. O’nun yolunda devam ederek, dâvâsında O’nun şecâat ve kahramanlığı gibi rıza-i İlâhi ile sebat eden, her türlü baskı ve zulümlere göğüs geren, maddî ve mânevî her şeyden feragat eden Nurun Kahramanlarına ne mutlu!
Abdülbâkî ÇİMİÇ