Zübeyir Güzdüzalp Ağabey Anlatıyor: “Emirdağ’da bir gece saat iki buçuktu. Ben Üstâd’ın kapısının önünde zil çalıp çağırır diye bekliyordum. Diğer kardeşlerde öteki odadaydı. Ne zil çalmıştı, ne de kimse içeri girmişti. Ama Üstâd’ın odasından kalabalık sesler geliyordu. Üstâd zile basmadı, benden başka da kimse içeri giremezdi. Hayret içerisinde kapının anahtar deliğinden baktım. Bir de ne görsem! Birçok genç, Üstâd’ın önünde diz çökmüş, Üstâd onlara ders veriyordu. Bir mânâ veremedim. Sabah olunca Üstâd beni çağırdı. Sen dedi, ne hakla gece saat iki buçukta anahtar deliğinden bakıyorsun? Bir daha tekerrür etmesin! Meğer Üstâd’ın Cinnî talebeleriymiş, onlara ders veriyormuş. İşte Üstâd böyle biriydi.[1]”
“Bu kâinatta, vahdaniyet-i İlahiyeyi cinn ve ins ve rûhaniyata karşı kat’î bir surette gösterip isbat eden birinci, Kur’an-ı Azîmüşşan olduğu gibi; bu asırda ikinci, üçüncü derecede kemal-i adaletle ve sadık ve musaddak hüccetlerle vahdaniyeti vâzıh ve bahir bir surette, kâinat safahatında ins ü Cinnîn enzarına arzedip isbat eden Risâle-i Nûr.[2]
“Bir Cinnî bizimle oynuyor”
Abdullah Yeğin Ağabey Anlatıyor: “Bir gün sabah kuşluk vakti idi. Üstâd’ımız odasında gümüş bir lirayı gayb etti. Evin içini yatağın altını ve bütün her köşeyi aradık, lira yoktu, bulamadık. Üstâd’ımız, Ziya, ben beraberce Emirdağ’ından bir veya bir buçuk kilometre kadar Afyon istikametine doğru yolda giderken yol üzerinde bir parıltı vardı. Baktık o gayb olan bir lira orada..Üstâd dedi: “Bir Cinnî bizimle oynuyor”..Aradan otuz iki sene geçti..Ben bu işe hayrette kalmıştım.Böyle bir hadiseye rastlamadım.(Abdullah Yeğin)[3]”
“İlm-i mantıkta “kaziye-i makbûle” tâ’bîr ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabûl etmek” gibi önemli bir prensib de vardır. Belki bu sözler “mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifâde etmiyor” denilebilir, bunu da kabûl etmek gerekir. Fakat ” belki zann-ı gâliple kanâat verir.” Prensibi noktasından yaklaşabiliriz.
Gerçi “İlm-i mantıkda; burhân-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbûl şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risâle-i Nûr hüccetleri, bu burhân-ı yakinî kısmındandır.” denilmiş.[4] Ancak şöyle bir kâide daha var: “Mesâil-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri burhan-ı kat’î istese, diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder, başkası yalnız bir kabûl-u teslimi ve reddetmemek ister. Öyleyse, esâsât-ı îmâniyeden olmayan mesâil-i fer’iye veya vukuât-ı zamaniyenin herbirinde bir iz’ân-ı yakîn ile bir burhan-ı kat’î istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.[5] Bu noktalar yeterli olmalıdır. Çünkü bir zann-ı galibî ile iktifa etmek veya yalnız bir kabûl-u teslimi ve reddetmemek de Üstâd Hazretleri’nin bizlere gösterdiği mesâil-i İslâmiyenin tabakatı esaslarıdır.
Bu meselede burhan-ı yakînî aramak yerine “kaziye-i makbûle”ile veya belki zann-ı galiple veya belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemek noktasından kanaat edebiliriz.
Öte yandan “Kâinat mescidinde namaz kılan ve ibâdet eden insanlar ve cinler Allah’a şahit, âlem mescidinde ibâdet ve tesbîh eden melâike ve rûhâniyat Allah’a delildir.[6]” Bu açıdan da bakıldığında Üstâd Hazretleri’nin cinnîlerle ders yapması gâyet normaldir.
Hulûsi ağabeyin Barla Lahikası mektuplarından: “İşte, ittibâ-ı sünnete pek büyük ehemmiyet veren muhterem Üstâdımız da, bu asırda “Âlimler peygamberlerin mirasçılarıdırlar.[7]” sırrınca, içlerine saçılan nifak tohumu yüzünden, hergün biraz daha tevhidi bırakanları, bir kıbleye bağlamak için, Sözler ve Mektubat namındaki Nurlu eserlerle ehl-i îmânı irşada çalışıyor. Küffara, hattâ cin ve şeytanlara dahi, mebde-i nüzûlündeki gibi, nusûs-u Kur’âniyeyi ilan ediyor. Mahfî i’câzı izhâr ediyor.[8]” demektedir.
“Hem deriz ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın nuruyla, terbiyesiyle ve onun arkasında gitmesiyle, binler Şeyh-i Geylânî gibi aktablar, asfiyalar, melâikeler ve cinlerle görüşmüşler ve konuşuyorlar ve bu hadise, yüz tevatür derecesinde ve çok kesrettedir. Evet, ümmet-i Muhammed’in (a.s.m.) melâike ve cinlerle temâsları ve tekellümleri ise, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın terbiye ve irşâd-ı i’câzkârânesinin bir eseridir.[9]”
Bu kısımdaki “Evet, ümmet-i Muhammed’in (a.s.m.) melâike ve cinlerle temâsları ve tekellümleri ise, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın terbiye ve irşad-ı i’câzkârânesinin bir eseridir.” kısmı önem arz etmektedir.
Yirminci Söz’de de şöyle bir açıklama mevcût: “Âsi şeytanları zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirdik.[10]” Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik.[11]” ilh. âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temâs edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbûr olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir.
Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”
İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezâhür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hudûdunu çiziyor ve en faydalı sûretlerini ta’yin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habîseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye ile onları teshîr etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.[12]
Bir talebesinin sualine karşı da Bedîüzzamân Hazretleri şu izâhları yapmaktadır. “Aziz kardeşim, Hakîkaten senin bu sualinin çok ehemmiyeti var. Fakat Risâle-i Nûr’un en ehemmiyetli vazîfesi beşeri dalâletten ve küfr-ü mutlaktan kurtarmak olmasından, bu çeşit meselelere sıra gelmiyor, onlardan bahis açmıyor. Selef-i Salihîn dahi çok bahsetmemişler. Çünkü öyle gaybî ve görünmeyen işlerde, sû-i istimâl düşer. Hem şarlatanlar, hodfuruşluklarını bir vesîle yapabilirler. Nasılki şimdi ispritizmacılar “cinlerle muhâbere” nâmıyla şarlatanlık yapıyorlar; dinin zararına âlet ederler diye çokça medâr-ı bahis edilmez. Hem Hâtemü’l-Enbiyadan sonra, cinlerde peygamber gelmemiş. Hem Risâle-i Nûr, bu zamanda bir tâun-u beşerî olan maddiyyunluk fikrini iptal etmek için, cinnî ve rûhânîlerin vücûtlarını kat’î hüccetlerle ispat etmeye çalışmış, bu mes’eleye üçüncü derecede bakmış, tafsilini başkalara bırakmış. Belki inşâllah Risâle-i Nûr’un bir şakirdi, Sûre-i Rahmân’ı tefsîr edip bu mes’eleyi de halleder.[13]
Bâkî ÇİMİÇ
Dipnotlar:
——————————————————————————–
[1]İhsan Atasoy, Zübeyir Gündüzalp, s:382
[2]Kastamonu Lahikası (70)
[3]Kaynak: http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=1604&ctgr_id=37
[4]Emirdağ Lahikası-1 ( 91 )
[5]Sözler ( 341 )
[6]Lema’lar,2006,s:801(Yirmi Dokuzuncu Lem’a’nın Tercümesi)
[7]Buharî,İlim:10
[8]Barla Lahikası ( 244 )
[9]Mektubat ( 158 )
[10]Sâd Sûresi, 37:38
[11]Enbiyâ Sûresi, 21:82
[12]Sözler ( 258 )
[13]Şualar ( 337 )