Soru: Oğlu Yezid’i Veliaht ilan etti diye Muaviye’ yi zemm ediyorlar. Bu husûsda da Muaviye’ ye Hazret ifadesi kullananları Emevî ilan ediyorlar -kim olursa olsun-. Bu husûsta ne düşünüyorsunuz?
Öncelikle bir kaç tespitle başlayalım:
1.Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffin’de Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.(15.Mektup)
2.Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.(15.Mektup)
3.Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise:
Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi-tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.(15.Mektup)
4.”O mübarek zatların başına gelen o feci, gaddârâne muamelenin hikmeti nedir?” diyorsunuz.
Elcevap: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin’in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:
Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, “Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için eşhas feda edilir.”
İkincisi: Onların saltanatı unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddârâne bir düsturu olan, “Milletin selâmeti için herşey feda edilir.”
Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı an’anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarında bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermişti.
Dördüncü bir sebep de, Hazret-i Hüseyin’in taraftarlarında bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup sair milletlerin efradına “memâlik” tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, milel-i saire Hazret-i Hüseyin’in cemaatine intikamkârâne ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddârâne ve merhametsizcesine, meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.
Mezkûr dört esbab, zâhirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin ve akrabasına, o facia sebebiyle hasıl olan netâic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyât-ı mâneviye o kadar kıymettardır ki, o facia ile çektikleri zahmet gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, “Az birşeyle pek çok şeyler kazandım” diyecektir.(15.Mektup)
Kısaca eklemeye çalıştığım bu noktalar öncelikle bilinbmelidir.Sonra diğer noktalara temas etmeye çalışalım inş.
Emevilerin Hz.Ali(ra)’ye haksız hücumu:”Hazret-i Ali’nin (r.a.) şahsı hakkında sair hulefâdan ziyade senâkârâne ehâdisin kesretle intişarının sırrı şudur ki: Emevîler ve Haricîler ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivâyâtı çok neşrettiler. Sair Hulefâ-i Râşidîn ise öyle tenkit ve tenkise çok maruz kalmadıkları için,onlar hakkındaki ehâdisin intişarına ihtiyaç görülmedi.(4.Lema)” Demek ki “Emevîler ve Haricîler ona(Hz.Ali’ye) haksız hücum ve tenkis etmişler.
Yine Emevilerin menfi milliyet yaptıklarını gösteren bir yer:”Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle, Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler.(26.Mektup)” Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği…(Emirdağ Lâhikası (2))
Şimdi yezid ile ilgili yerlere bakabiliriz, mektup uzun, bir parçasını ekliyorum:” Haccac-ı Zâlim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelâmın büyük allâmesi olan Sadeddin-i Taftazanî, “Yezide lânet caizdir” demiş; fakat “Lânet vaciptir” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır” dememiş. Çünkü, hem Kur’ân’ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü, zem ve lânet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena…Hattâ Ehl-i Sünnetin ve ilm-i kelâmın azîm imamlarından meşhur Sadeddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler;fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tevbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lânet edilmez. Belki “Allah’ın lâneti zalimlerin ve münafıkların üzerine olsun.” gibi umumî bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur” diye Sadeddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.”(Emirdağ Lâhikası (1) – Mektup No: 151 )” sanırım bu kısım yeterlidir diye düşünüyorum.
Yezid ile ilgili başka bir kısım yerler daha ekleyelim. Üstad “Hâlbuki Yezid ve Velid gibi habis herifler diyor.(Emirdağ Lâhikası (1) – Mektup No: 154 )” Gelen hadis de önmeli: “Hem ferman etmiş ki:”Ümmetimin helâki, Kureyş’in sefihlerinin elleriyle olacak.(Buharî, Menâkıb: 25)” diye, Emeviyenin Yezid ve Velid gibi şerir reislerinin fesadını haber vermiş.(19.Mektup)” Yine gelen mektupta da önemli noktalar aktarılıyor:”Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de, iştirak edenleri tenkit etmeyiniz. Gerçi, İmam-ı Rabbanî demiş ki: “Bid’a olan yerlere girmeyiniz.” Maksadı, “sevabı olmaz” demektir; yoksa, namaz battal olur değil. Çünkü, Selef-i Sâlihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gelmekte kebâire mâruz kalırsa, halvethanesinde bulunması lâzımdır.(Kastamonıu Lâhikası – Mektup No: 162 )”
Evet, Üstâd’ın da ifadeleri ile Yezid zalimdir, habisdir, gaddardır. Ancak “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” (En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.) sırrınca da Yezid’in hataları ile Muaviye’yi vuramayız. Çünkü yukarıdaki ayetin tefsiri sadetinde Üstad şöyle der: “”Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz.” Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa, o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız mânevî günahkâr olup âhirette mesul olur; dünyada değil.(Emirdağ Lâhikası (2))” Bu noktada Yezid’in yaptığı zulümlere Muaviye nasıl davrandı? Ona bakılmalıdır. Eğer taraftar olmuş ise “o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız mânevî günahkâr olup âhirette mesul olur” diyebiliyoruz.
Muaviye İbn-i Ebu Süfyan (602/3-680)
Muaviye’nin, Mekke’de 602 veya 603 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Mekke’nin ileri gelenlerinden olan Ebu Süfyan ile Hind bint Utbe’nin oğlu olarak dünyaya geldi. Babasının yanında yetişti ve onun gözetiminde büyüdü. İslâmiyet’in zuhuru sırasında 7-8 yaşlarında bulunmaktaydı. Bilindiği gibi, ailesi, Mekke’nin fethine kadar Müslümanlarla savaşan ve mücadele eden cephede yer almıştı.
Mekke’nin fethi sırasında babası ve annesi gibi o da Müslüman oldu (630). Daha sonra Huneyn Savaşı’na katıldı. Tebük Seferi’ne de katıldı. Muaviye, bir süre Peygamber Efendimizin (asm) yanında bulundu ve vahiy kâtipliği yaptı. Veda Haccı’nda da bulundu.
Hz. Ebu Bekir (ra) döneminde gerçekleşen Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer (ra) tarafından evvela Ürdün, arkasından Şam valiliğine tayin edildi. Halife’nin emri üzerine harekete geçerek Kaysariye, Trablusşam ve Askalan’ı fethetti. Sahil bölgelerinde tesis kurup asker yerleştirdiği gibi, Bizanslılardan kalma tersaneleri de faaliyete sokarak İslâm Devleti’nin ilk donanma birliklerini meydana getirdi. Hz. Osman (ra) döneminde ise etki alanı ve görev yeri daha da arttı. Suriye’nin tamamı kendi yönetimine verilerek buranın genel valisi oldu. Beni Kelb kabilesine mensup bir kadınla evlendi ve yörenin büyük aşiretlerinden biri olan bu kabile aracılığıyla konumunu ve etkisini daha da pekiştirdi.
Hz. Osman’ı (ra) ikna eden Muaviye, 648 yılında Kıbrıs’a bir sefer düzenledi. Buraya gönderdiği donanma aracılığıyla, kan dökmeden ada yönetimini haraca bağladı. Beş yıl sonra bir sefer daha düzenledi ve buraya önemli miktarda asker yerleştirdi. Halife’nin vefatına kadar Suriye’deki idaresini devam ettirdi.
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Hz. Ali’ye (ra) biat etmeyen Muaviye, mazeret olarak, şehit halifenin katillerinin hemen bulunmamasını gösterdi. Hz. Ali, Cemel Olayı’ndan sonra Muaviye’yi tekrar biat etmeye dâvet etti. Ancak, kabul etmedi ve bazı şartlar ileri sürdü. Hz. Ali ve Muaviye taraftarları arasında 657 yılında Sıffin’de bir savaş meydana geldi. Bu savaşta tam mağlûp olacakları sırada harekete geçen Amr bin As Kur’an’ın hakemliğinde taraflar arasında uzlaşmanın sağlanmasını önerdi ve durum hakemlere havale edildi. Ancak, bundan da bir netice çıkmadı. Bütün bu gelişmeler Hz. Ali’den çok Muaviye’nin işine yaradı. Savaş’ın durmasından sonra Hz. Ali taraftarları arasında ihtilâf çıktı.
Hz. Ali’nin (ra) bir Harici tarafından şehit edilmesi, arkasından Hz. Hasan’ın (ra) da Muaviye ile anlaşma yoluna gitmesi ve halifelikten feragat etmesi üzerine (661) halifeliğinin önündeki engeller ortadan kalkmış oldu. Tek başına halife olan Muaviye aynı zamanda Emevi Devleti’ni de kurmuş oldu.
Uzun süren iç karışıklıklar ve çatışmalardan sonra devleti yeniden toparlayan Muaviye, fetih hareketlerine yeniden başladı. İç çatışmalar sebebiyle Bizans’a vergi vermek zorunda kalmıştı. Bizans üzerine birkaç sefer düzenledi. İslâm tarihinde bir ilki gerçekleştirerek 670 yılında İstanbul’u kuşatma altına aldırdı. Bu kuşatmayı dört yıl boyunca devam ettirdi. Afganistan taraflarına çeşitli seferler düzenledi. Buhara ve Semerkand gibi önemli merkezler fethedildi. Bu dönemde İslâmiyet Berberiler arasında hızla yayıldı.
Muaviye, halife olduktan sonra yirmi yıla yakın bu görevi sürdürdü. İç karışıklıklar bittikten sonra İslâmiyet yayılmaya devam ettiği gibi bir çok yeni yer fethedildi. İstanbul kuşatması sonrasında Bizans her yıl vergi vermek zorunda bırakıldı. Hz. Ömer (ra) zamanında fethedilen Kudüs daha sonra elden çıkmıştı. Bu dönemde tekrar ele geçirildi. Emevi Devleti; Mısır, Yemen, Irak, Azerbaycan, Anadolu ve Horasan’da önemli bir üstünlük sağladı ve bölgede en güçlü devlet konumuna yükseldi. Seksen yıla yakın bir ömür sürdürdükten sonra 680 yılında Şam’da vefat etti.
Muaviye, vefatından evvel oğlu Yezid’i veliaht tayin etti. Bu icraatında; Küfe valisi Muğire’nin tavsiyelerinin etkili olduğu, halife seçiminin anlaşmazlıklara ve bölünmelere yol açtığı sebepleri ileri sürüldü. Muaviye’nin bu kararına karşı Hz. Hüseyin (ra) ile Abdullah bin Zübeyr dışında pek karşı çıkan olmadı. Ancak bu hareket ve hilâfetin saltanata dönüştürülmesi daha sonraki dönemde de ciddî eleştirilere sebep oldu. Diğer taraftan bu hareketin ihtilâflara son verdiği ve dolayısıyla netice itibariyle Müslümanların hayrına olduğu şeklinde de yorumlayanlar çıktı.
Halifeliği döneminde önemli başarılar elde eden, devletin sınırlarını genişleten Muaviye’nin iyi bir diplomat ve ileriyi gören bir idareci olduğu nakledilmektedir. Amr bin As ile Muğire bin Şu’be gibi iki başarılı yöneticiye sahip olması, bunlardan azamî ölçüde istifade etmesi ve geniş yetkiler tanıması da dönemine önemli katkılar sağladı. Muhaliflerine karşı nasıl davranılacağını iyi bilmesi, en zor durumlarda bile soğuk kanlılığını yitirmemesi, savaşa son çare olarak bakıp başvurması, çevresindekilere büyük ihsanlarda bulunması başarısını etkileyen diğer sebepler olmuştur. Valilerin sert tutumlarına göz yumması, Şiî ve haricilere karşı sert tutumuyla bilinen Muğire’yi valilikte tutmaya devam etmesi eleştirilen ve tepki çeken yönleri olmuştur.
Muaviye’nin ismi, Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde de geçmektedir. Hz. Ali (ra) ile yaptığı Sıffin Savaşı, “hilâfet ve saltanatın muharebesi” (Mektubat, 1997, s. 58) olarak ifade edilmektedir. İmam-ı Ali’nin dini hükümleri, İslâm hakikatlerini ve ahireti esas aldığı, saltanatın bir kısım kanunlarına, siyasetin merhametsiz gereklerine başvurmayarak bu dünyevî gerekleri din için feda ettiği; Hz. Muaviye ve taraftarlarının ise, sosyal hayatı saltanat siyasetiyle takviye etmek için, azimeti bıraktıkları, ruhsat yoluna gittikleri, siyaset âleminde uygulanan bazı fiillere uymaya kendilerini mecbur zannettikleri ve bu yüzden de hataya düştükleri dile getirilmektedir. (Mektubat, s. 58). Açıklamanın devamında sonraki gelişmelere de değinilerek;
“Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.
Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler. Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez.” tesbiti yapılmaktadır.
Risâle-i Nur’da, Peygamber Efendimizin (asm) ileriye dönük ve Emevilerle ilgili bazı hadislerine de yer verilmiştir; “Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Emeviye devletinin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini (iktidara geldiğin zaman yumuşak ve adil ol) fermanıyla rıfk ve adaleti tavsiye etmiş. Ve Emeviyeden sonra (Abbas’ın çocukları siyah sancaklarla çıkacaklar ve sahip olduklarının kat kat fazlasını elde edeceklerdir) deyip, devlet-i Abbasiyenin zuhurunu ve uzun müddet devam edeceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.” (Mektubat, s. 103-104).
Yezid (646-683)
Emevilerin ikinci halifesidir. Halifelik onun şahsında saltanata dönüşmüştür. Hz. Hüseyin’in (ra) şehit edilmesi ve Kerbela Faciasından sorumlu tutulduğu için İslam dünyasının büyük tepkisine sebebiyet vermiştir. Bazı alimler tarafından lanetlenmekle birlikte, sonradan pişman olup tövbe etmiş olma ihtimalini göz önünde bulunduranlar bu konuda temkinli davranmışlardır. Risâle-i Nûr’da ismi, kendisine lanet etmenin caiz olup olmadığı tartışması bağlamında geçmekte; lanet getirmenin bir kazanç sağlamayacağı gibi mahzurlarına da dikkat çekilmektedir.
Yezid, 646 yılında Şam’da doğdu. Çocukluğu ve gençliği, babasının valiliği münasebetiyle Şam’da geçti. Çocukluğu sırasında iyi bir eğitim gördü. Sonraki hayatında özellikle sanata merak saldı. Henüz veliaht tayin edilmeden önce Bizans’a karşı gönderilen orduya katıldı. Bu sefer, Bizans İmparatorluğuna karşı isyan eden ve Emevilerden yardım isteyen Ermenilere yardım etmek maksadıyla düzenlendi.
Bizans’a karşı harekete geçen İslam ordusu 668 yılında harekete geçti. Kadıköy önlerine gelindikten sonra yardım istendi. Bunun üzerine Yezid komutasında hazırlanan yardımcı kuvvetlerle birlikte Boğaz’ı geçip İstanbul kuşatıldı (669). Yaz boyunca devam eden kuşatma, kışın yaklaşması üzerine kaldırıldı. Bu kuşatma sırasında aralarında Ebu Eyyüp El-Ensari’nin de bulunduğu bazı Sahabeler şehit düştü. Kuşatma neticesinde, Bizans’ın vergi vermesi şartıyla barış yapıldı.
Emevi halifesi Hz. Muaviye, ülkede düzeni ve iç barışı sağladıktan sonra Küfe valisi Muğire bin Şu’be’nin teşvik ve telkiniyle, vefatından evvel oğlu Yezid’i veliaht tayin etti. Muaviye özellikle Medine’de bulunan İslam büyüklerinin bu gelişme karşısındaki düşüncelerini öğrenmek istedi. Ancak, Hz. Hüseyin, Abdullan bin Ömer ve Abdullah bin Zübeyr buna karşı çıktılar. Bu muhalefete rağmen Muaviye, ülkenin değişik beldelerindeki idarecilerini toplayarak veliaht olarak Yezid’e biat edilmesini istedi.
679 yılında babası Muaviye’nin vefatı üzerine Yezid halife oldu. Bu gelişme ile halifelik Yezid’in şahsında saltanata dönüşmüş oldu. Veliahtlığına karşı çıkanlar kendisine biat etmediler. Söz konusu kişilerin halifeliğini tanımaları için Medine valisi Velid bin Utbe’ye mektup yazdı. Ancak, Medine valisi bu girişimde muvaffak olamadı. Bu arada, Hz. Hüseyin’e (ra) elçi gönderen Küfeliler, kendisini halife olarak tanıyacaklarını bildirdiler. Bunun üzerine amcasının oğlu Müslim Küfe’ye giderek Hz. Hüseyin adına biatleri kabul etti. Küfe valiliğine de atanan Basra valisi harekete geçti ve Müslim’i öldürdü.
Hz. Hüseyin (ra) son gelişmeden habersiz bir şekilde Küfe’ye doğru yola çıktı. Yolda Müslim’in öldürüldüğünü öğrendi. Ancak, geri dönmedi. Kerbela’ya ulaşan Hz. Hüseyin’in üzerine dört bin kişilik bir ordu gönderildi. Kendi maiyeti çok az olan ve Küfe’den de yardım gelmeyeceğini anlayan Hz. Hüseyin (ra) geri dönmek istediyse de vali Ubeydullah bin Ziyad, Yezid’e biat etmesini ve ondan sonra geri dönmesine izin verileceğini bildirdi. Teklifi kabul etmeyen Hz. Hüseyin 680 yılında ( Hicri 10 Muharrem 61) yetmiş kişi ile birlikte şehit edildi.
İslam tarihine “Kerbela Faciası” faciası olarak geçen bu olay özellikle Yezid başta olmak üzere Emeviler için büyük bir leke oldu. Muaviye, Hz. Hüseyin ve ailesine iyi davranması için oğluna vasiyette bulunmuştu. Şehit edildiğini duyduğunda çok üzüldüğü ve kendisini şehit ettiren vali Ubeydullah’a lanet getirdiği ve ağladığı nakledilmektedir. Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi için, Yezid’in emir vermediğini ileri sürenler olduğu gibi, valisini her yönden desteklediğini ileri sürenler de olmuştur. Hz. Hüseyin’in çocuklarını Şam’a getirttiği ve kendilerine çok iyi davrandığı da ifade edilmektedir. Ancak, tüm bunlar İslam dünyasında kendisine karşı duyulan tepkiyi engelleyemedi.
Yezid, döneminde gerçekleşen bu acı olay, gerek Müslümanlar ve gerekse ilim dünyasında çok büyük üzüntülere sebep oldu. Çok büyük tepki aldı. Sadece Şiilerin değil, Sünniler bile Yezid isminden özellikle kaçındı. Kendi çocuklarına Ali, Hasan ve Hüseyin ismini çok fazla sayıda vermelerine rağmen, Yezid ismini kullanmaktan imtina ettiler. Alimler arasında da bu isim üzerinde tartışmalar yaşandı. Kendisini lanetleyenler olduğu gibi, sonradan pişman olup tövbe etmiş olma ihtimalini göz önünde bulundurarak temkinli yaklaşanlar da oldu.
Risâle-i Nûr’da da ismi zikredilmekte ve hakkındaki tartışmalara değinilmektedir. Bir ayet-i kerimenin tefsirinde; “… birinin hatasıyla başkası mesul olamaz…” (En’am 164) İlahi ikaza rağmen sosyal ve siyasi hayatta bunun aksine davranıldığı ve bu yüzden de büyük cinayetlere sebep olunduğuna işaret edilmektedir; “Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa, o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevi günahkar olup, ahirette mes’ul olur; dünyada değil…” izahı yapıldıktan sonra, Kur’an-ı Kerim talebelerinin bu büyük cinayete mani olmaya çalıştıkları, fedakarca çalışan bu insanlara mürteci deyip onları itham edenlerin; “… mel’un Yezid’in zulmünü adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü…” (Emirdağ Lahikası, 1997, s. 319-320) insanların uyguladığı söz konusu vahşi kanunu, Kur’an’ın bu adil hükmüne tercih etmek olduğu ifadelerine yer verilmektedir.
Yezid için “mel’un” tabiri kullanılırken, bu konuda bazı ikazlar da yapılmaktadır; “Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelamın büyük allamesi olan Sadeddin-i Taftazani, ‘Yezide lanet caizdir’ demiş; fakat ‘Lanet vaciptir’ dememiş. ‘Hayırdır ve sevabı vardır’ dememiş. Çünkü, hem Kur’ân’ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsi sohbetlerini inkar eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yok.” (Emirdağ Lahikası, s. 178) Çünkü, lanet getirmek methetmek gibi değildir. Medih ve muhabbet salih amel içinde yer almasına karşılık, lanet getirmenin bir sevabı ve kazancı yoktur. Daha da önemlisi, hatalı ve yanlış bir şekilde insanları lanetleyip kötülemek çok büyük zararlara yol açabilir.
Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinden sonra Yezid’e karşı muhalefet eden Abdullah bin Zübeyr kaldı. Mekke’de bulunan Abdullah’ın üzerine gönderilen kuvvetler bir netice elde edemediler. Mekke 683 tarihinde kuşatıldı. Kuşatma devam ederken Yezid’in ölüm haberi geldi ve bunun üzerine bir netice alınmadan kuşatma kaldırıldı. Bu tarihlerde Yezid’e biat etmeye yanaşmayan Medineliler üzerine de kuvvet gönderildi. Önce biat etmeleri için kendilerine üç gün mühlet verildi. Bu süre dolduğu halde biat etmemeleri üzerine Medine’ye girildi ve biat etmeyenlere zorla biat ettirildi.
Yezid, 683 yılında ve otuz yedi yaşında Şam’ın Havran köyünde öldü. Ölümünden sonra yerine oğlu geçti. Halifeliği sırasında Kuzey Afrika’nın tamamı Ukbe bin Nafi komutasındaki İslam ordusu tarafından fethedildi. Kendi döneminde yaşanan feci hadiselerden dolayı Müslümanlar arasında kötü olarak anıldı. Kendisinin veliaht tayin edilmesi ve babasından sonra halifeliğe getirilmesi, hilafetin saltanata dönüşmesine ve seçimle halife olma sistemine son verilmiş oldu.
Bâkî ÇİMİÇ